Mısır'da bir kadın yazar, Nadir Bedin, bir yazısında belki de metaforik olarak dört erkekle evlenme talebini ifade etmiş; sitemiz yazarı Mustafa Özcan'ın yazısından öğrendim bunu. Eşini muhatap alacağı bir insan olarak görmekte zorlanan erkeklerin ikinci, üçüncü, dördüncü kadınlara yöneldiği, üzerine kuma gelen kadınların kişisel acılarının ise konuşulmaya değmez bulunduğu iklimlerde bu tür "fantastik" çıkışların gündeme gelmesine o kadar da şaşırmamak gerekiyor. Özcan ise, söz konusu yazıyı modern dönemlerde Müslüman toplumların kadınlarına sirayet eden bir "poliandri" salgınının, bir büyük yozlaşmanın göstergesi olarak değerlendiriyor, konuya ilişkin "'Ben ve Dört Kocam' ya da Poliandri salgını" başlığını taşıyan yazısında.
Polemiklere gönüllü bir yazar sayılmam. (Başka türlü hikaye, roman yazmaya devam edemezdim çünkü.) Özcan'ın yazısı başka bir sahada karşıma çıksaydı, günün birinde bir yazımda değinmek üzere bir yere kaydederdim. Ama aynı sitede yazıyor olmamız nedeniyle, geniş bir coğrafyayı tanıma konusunda bilgi ve analizlerinden yararlandığım Özcan'ın sözünü ettiğim yazısını görüp geçmeme gibi bir sorumluluğum var.
Yazının başlığı dikkat çekici, her şeyin giderek kötüye gittiğine inanan zihinler de kısmen böyle bir salgın varsayımını benimsemeye yatkın. Özcan eleştirisini sürdürürken Nadir Bedin'in yazısının teması ile Müslüman kadınların genel huzursuzluğu arasında masum olan-olmayan şeklinde bir ayrım da yapıyor. Yine de sormadan edemiyoruz: Bir yazıdan yola çıkarak kadınlar arasında "poliandri"nin çağrıştırdığı ahlâkın bir salgına dönüştüğüne yazar nasıl karar veriyor acaba...
Üstelik Özcan'ın yazısında bütün Müslüman kadınlar nihai olarak yaydıkları bir tür huzursuzlukla sebebi meçhul bir felaketin müsebbibi olarak aynı kefede biraraya getiriliyorlar. Yazar marjinal ve fantastik bir yazının temasını genelleştirirken, modern dünyada Müslüman kadınların etkinliğinden hareketle sözü İranlı şair-yazar, grafik sanatçısı ve aynı zamanda reformist hareketin liderlerinden biri olan Mir Hüseyin Musevi'nin eşi Zehra Rahneverd'e getiriyor. Sanki geçen Haziran'da İran'da gerçekleşen seçimlerdeki usulsüzlüklerin ve bu usulsüzlüklere gösterilen tepkilerin müsebbibi Rahneverd'dir ve bu usulsüzlüklerde payı olan Anayasa Koruyucular Kurulu üyeleri arasında da bir tek kişi olsun kadındır! Ve yine sanki ülkesinde başlı başına bir sosyal ve kültürel kişilik olarak tanınan Rahneverd, geçtiğimiz aylarda siyasetçi eşine destek vermenin ötesine geçen bir sebeple görünmüştür meydanlarda.
O Zehra Rahneverd ki İran devrimi gerçekleşirken ülkesinin gençlerine müslüman bir kadın olarak kendi sesiyle var olma yolunda mısralarıyla, konferanslarıyla ışık tutarak kalplerde taht kurmuştur. Ashab-ı Uhdud başlıklı şiir kitabıyla, devrimin edebiyata yansıyan öncü nitelikli ilk eserlerinden birini vermiştir. Nereye gittiyse sanatçı duyarlığını, entelektüel birikimini yanında götürmüş ve sahip olduğu donanımı bulunduğu mekanlara yansıtmayı başarmıştır. Sadece kız öğrencilerin devam ettiği El-Zehra Üniversitesi'nin onun zamanında hakiki bir ilim yuvasına yakışacak bir ortama ve eğitim şartlarına sahip olduğu bilinir. Meyve veren ağaç taşlanır, orası öyle. Ahmedinejat bir televizyon oturumunda doktorasının sahte olduğunu iddia ederek seçim kampanyası için onu harcamak istemiş, ama doktorasını aldığı Azad Üniversitesi Rahneverd'in diplomasını kurallara uygun bir şekilde aldığını bir açıklamayla duyurmuştu. Sonraki günlerde de Ahmedinejat taraftarlarından gelen siyah çarşaf-renkli başörtüsünden oluşan giyim tarzına yönelik –incitici- eleştiriler üzerine Rahneverd özel hayatıyla ilgili ayrıntılı açıklamalar yapmak zorunda kaldı. Bir gazete söyleşisinde, siyasetle içiçe ve mücadeleci bir aileye mensup olduğunu, 24 yaş civarında Hz. Fatıma'yı kendisine örnek alarak tesettürlü giyimi benimsediğini, Hazreti Fatıma'ya duyduğu bağlılıkla bu giysiyi hâlâ da koruduğunu, ismini ise Zühre'den (Hazreti Fatıma'nın adlarından biri olan) Zehra'ya çevirdiğini anlattı.
"Eskiden huzurun kaynağı olan kadın, şimdi huzursuzluğun kaynağı oldu" diye yazıyor Özcan. Belki kadınların artık huzur veremeyen bir kaynak olarak telakki edilmesine şu şekilde bakmak da mümkündür: İlişkilerde denkliğin giderek bir tarafın lehine bozulduğu koşullarda adaletsizliğin giderilmesi yönünde sürdürülen eleştiriler ister istemez huzursuz edecektir kimilerini. Kaldı ki konumuz kadınlarsa, huzursuzluğun kaynağının sadece erkekler olması da şart değildir. Düşünen, duyarlı yüreklerin huzurunu kaçıracak sahneleri ne zaman eksik oldu ki yaşlı dünyamızın! Hem sessiz ve kıpırtısız –ya da öyle olduğu aktarılan- bir görüntü her zaman işlerin yolunda gittiği anlamına gelmez. Üstelik elimizde mevcut kaynaklara bakarak kadınların topyekûn huzur kaynağı olduğu o eski ihtişamlı zamanları bütün yönleriyle görebildiğimize emin olamıyoruz.
Kadınların tarihteki varlığına dönük benzeri bir yaklaşım, Seyyid Hüseyin Nasr'ın "Modern Dünyada Geleneksel İslam" isimli eserinde, "militan" olarak tasvir ettiği, işgaller ve sömürü karşısında itirazlarını bildiren Müslüman kadınlara dönük eleştirisiyle bir yerde buluşuyor.
Peki, uzun dönemler boyunca sadece erkek yazarların yazdığı "İslam'da Kadın" kitaplarının kapaklarına kondurulmuş kırmızı gül gibiyken, nasıl oldu da çalı dikenine dönüştü Müslüman kadınlar? Aklıma 80'li yıllarda bir yayınevi tarafından yayınlanan İslam'da Kadın kitabının kapağındaki üzerine süslü bir başörtü geçirilmiş balkabağı resmi geliyor. Ardından KTÜ kampüsünde girdiği restoranda, göz önünde bulunmasın diye bir büyük saksının arkasındaki masaya itelenen profesör eşi başörtülü hanımla ilgili haberleri hatırlıyorum.
Müslüman kadınlarla Müslüman erkeklerin birbirlerinin velisi olması idealinin Müslüman kadınların çığlıklarını, dualarını, şikayetlerini ve ağıtlarını duymazdan gelecek şekilde –çiçeklerinkini andıran- bir sessizlik üzerinden tasarlanması da ne kadar hakkaniyetlidir bakalım...
Modern dünyanın Müslüman kadınları bağlamında hakkaniyetli bir çözümleme yapıldığında, şöyle düşünmek de mümkün pekâlâ: Kadınlar modern dönemlerde umutlarını ve öfkelerini, hayallerini ve tecrübelerini ifade ediyor ve yazılı kültüre katılmaya çalışıyorlar. Kul olmanın hakiki anlamını yaşamak üzere de bireyselleşiyorlar. Müslüman erkeklerle eşit şartlarda söyleşerek yeni bir dilin ve hayat tarzının kurulması yönünde zorlu bir çabaya omuz veriyorlar. Kadını erkeğin mülkü sayan feodal kabulleri İslam'la ilişkilendiren yorumları tartışmalarına yardımcı olacak kitapların arayışına düşüyorlar. Yayınevi kapılarını çalıyorlar. Kütüphane yollarını arşınlıyorlar. Gazze'nin bomba yağmuruna tutulmasına karşı düzenlenen mitinglere koşuyorlar. Bu nedenle de çoğunlukla erkek tarihçiler tarafından kaleme alınmış metinlerde görünmeyen yüzleri, duyulmayan sesleri daha belirgin olarak duyuluyor, biliniyor.
İnsanlık bazı açılardan bin yıl önce nasılsa, hâlâ öyledir. Devleti temsil eden Kral Kreon karşısında ailenin yasalarını savunan Antigone'nin ağıtlarını bugün Güneydoğu'nun beyaz tülbentli kadınlarından da duyuyoruz. Emine Ayna mecliste Kürt şovenizmi adına militanca bir tavır sergiliyor, tamam. Ama o Kürt şovenizminin soykütüğünü incelediğinizde kaç Emine Ayna çıkar ki karşınıza... Böyleyken, Güneydoğu'da evlatları için ağıt yakan beyaz tülbentli kadınlar bir acı sıçraması yaşıyor, hayatlarında belki ilk kez gördükleri mikrofonlara yaşadıkları, tanığı oldukları hadiseleri anlatıyorlar. Bu acı sıçraması ne zamanla kayıtlıdır, ne de kişilik profilleriyle. Çığlık atan bazen kayıp eşinin, evladının cesedinin kalıntılarını ölüm kuyularında teşhis eden Şırnaklı bir kadındır, bazen de bir peygamber torunu. Bugün "ana" diye bildiğimiz Asr-ı Saadet'in Müslüman kadınlarının her birinin hayatında zihni konforlarımızı bozacak, huzurumuzu kaçıracak sahneler yok mudur?. . Kerbela'dan sonra Hazreti Zeynep'in ızdırap, isyan, öfke, ilenç bildiren sesi Şam'da ve Mekke'de duyulmadı mı aylarca... Kadınların zulüm ve haksızlık karşısında sesini yükseltmesi yeni bir şey değil. Kadın-erkek ilişkilerinde, kıskançlık ve aşk gibi olgular da binlerce yıl geçse de temel özellikleri itibarıyla aynı kalırlar.
Esasında tek bir kadınlık durumu yok, lakin tüketim ideolojisiyle bütünleşen kadınlık algıları, medyatik süblimasyonlarla tek gerçekmiş gibi sunuluyor ve kabul de görüyor. Çarpık ve abartılı olan, tek ve geçerli hakikatmış gibi ileri sürülüyor, farklı sebeplerle.
Diğer taraftan tesettürlü genç kızlar evlerinden çıkıyor ve okul yollarına düşüyorlar. Evlere özgü üretim imkânı daraldığı için de bir kamusal katılım alanı arıyorlar. Bu nedenle muhafazakar yazarlar tarafından "şerire", laikçiler tarafından "terörist" olarak isimlendirildiler geçen yıllar içinde. Modern dünya içinde pek çok şey değişse de Müslüman kadın değişmeden aynılığını korumalı; bunun böyle olması, güven verici görünüyor. Oysa dünyamız insanlık tanımında en asgari ölçüleri temel alacak şekilde geriye giderken Müslüman kadın tarihsel varlığını tekrarlama lüksüyle sahici anlamda varolamıyor.
Hayat tarzlarındaki değişim bağlamında kadınların daha fazla sorumlu olduğunu öne sürüyorsak, bu iddiamıza destek olacak bir inceleme yapmak üzere yine de kadınların topyekûn huzurlu bir manzara sunduğu dönemleri ayrıntılı olarak tasvir edebilmemiz gerekmez mi... Modern dönemlerde kadınlar evlere sığmıyorlar, bu doğru. Ama bu kadınların, Müslüman kadınların suçu mu? Kapitalizmi, şehirleşmeyi, çekirdek aile yapısına çekilişi güçlendiren hayat şartlarını Müslüman kadınlar mı oluşturdular?
Özcan da zaten bu soruları doğrulayan bilgilere yer veriyor ve Batı ülkelerinde tahsil görmüş kimi gazete sahibi adamların kadınları gazetelerinde nasıl da malzeme olarak kullandığından söz ederek sonlandırıyor yazısını...