Kimse evini barkını kolay kolay terk etmez, can korkusu taşımıyorsa ve İbni Arabi gibi gezgin bir medrese, Knut Hamsun gibi nevrasteni hastası değilse... Yerleştiğiniz düzenden koptuğunuzda bazen çocuklar misali her şeye sıfırdan başlamanız, cümle kurarken mesela kekelemeniz gerekecektir. Sıradan, artık çok görülen bir gurbetçilik bile bütün olağanlığıyla eksik gediklerle yaşamaktan başka çare bırakmaz. Üç ay önce ayrıldığım Tahran’daki evimin raflarını, çekmecelerini unutmuş gibiydim dönüşümün ilk günlerinde; daha ilginci, sıklıkla yaşadığım üzere İstanbul’daki evimde kullandığım bir bardağı arıyordu gözlerim raflarda. Bıçak körelmiş, sardunyalar kurumuş, kefir tanecikleri öteki evin buzdolabında unutulmuş. Nasılsa geri dönmeyi umuyorum; gideceğim adres de belli, o bardağa kendi rafında ulaşabilir elim, nihayet.

Peki, meçhul bir geleceği adımlayan ve konaklama yerleri konusunda ne bir tercihi ne de şikayeti söz konusu edilmeye değer görünen kişinin, mültecinin geride bıraktığı hayatı ne olacak? Adresinden savrulduğunda, tarifi dünya olan bir boşluğa adım atmış oluyor; bu boşluk içinde okyanuslar da var, dikenli teller de.

Mülteci sorunlarından ileri gelen bir tür huzursuzluk gündelik hayatımızın bir parçasına dönüştü zahirde. Göçmek değil, göçe zorlanmak; hicret bile değil, apansız yola düşmeye, belirsizliğe, güvenden yoksun yollara, duadan yoksun kalplerin, hevessiz kurulların, nazlı ve çekimser oturumların hükümlerine mecbur kalmak... Çaresizce koşturan bir kadın geliyor gözlerimin önüne, bebeği için mama arıyor. Kollarında yaralı çocuğunu tutan gözlerine kan oturmuş bir adam hatırlıyorum, Lübnan sınırından; saniyelerin hesabını yapması zamanın hızla akışına engel olamıyor.

2006 yılında, Lübnan sınırına, Arida sınır kapısına  doğru gidiyoruz. Sınır boylarındaki açık-kapalı bütün çatı altları Lübnan’dan kaçan yaralılarla, çocuklarla ve yaşlılarla dolu. Yaşlı ve hasta bir kadın, çığlıklarıyla karşılıyor bizi: Burada bulunmanızın bir anlamı yok, İsrail’e gidin, onlara sorun, onlara anlatın! Filistin kökenli Ayşe Ali Kadı olduğunu öğrendiğimiz kadın, içimizdeki Arapça konuşan birkaç kişiden biri olan Hasibe Turan’a başına gelenleri anlatıyor:  6-7 gün önce Sur’dan gelmiş, Güney Lübnan’da savaşan iki oğlu için kaygılanıyor, çok hasta ve ameliyat olması gerekiyor; ilaç torbasındaki önemli ilaçların çoğu ise bitmeye yüz tutmuş.

Ayşe Ali Kadı, ömrü mültecilikle geçmiş bir kadın. Bu nedenle de söylediği her cümle, bir slogan gibi özlü, etkileyici. Bir slogan üretmek için, o sloganın dillendirdiği hayatın veya tecrübenin içinden gelmeli, en azından onu içselleştirmeyi denemiş olmalısınız. “Fotoğrafımı çek, dedi. Çek de görsün dünya.

Sınırdaki mülteci kampında, bir tentenin altında, Gazze’den ve Suriye’den gelen sağlık ekipleri yoğun bir çalışma sergiliyor, genç gönüllüler bebekler ve küçük çocuklara “serilak” –bir tür kahvaltı-  hazırlıyorlar. Misket, buradaki çocuklar için eğlenceli bir oyuncağın değil, ölümü çoğaltan bombanın adı. Bir bombardıman, ardından üç bin mülteci; yanık, kolları bacakları kopmuş çocuklar… Sefaleti çoğaltarak süren göç görüntüleri, Batı medeniyetinin geliştirdiği hijyenik hayat tarzının korunmasının bir gereğiymiş gibi görünüyor.

Nizar Kabbani’nin yüreğinden damlayan kanlarla yazdığı “Kırmızı... Kırmızı” şiirinin  terennümü hiç eksilmiyor bölgemizde. Sınırların eğreti tututulmuş dikişleri atıyormuş gibi, insanlar yerinden yurdundan taşmaya zorlanıyor. Her yaşta insan, kadın erkek, atalarının topraklarından kopuyor, bir otobüsün, bir teknenin, bir konteynırın içinde muhtemel kurtuluş kapısına ulaşmaya çalışıyor.

Onca baskın ki göçmenlerin, mültecilerin eğreti yaşantıları zamanımızda, “Senin yerleşik bir yaşantıya niye hakkın olsun?” diye düşünerek yürürdüm Bakü sokaklarında, 1990’ların ortalarında. Azerbaycan’da devlete ait binalara yerleştirilen, bazen öğrenci yurtlarında bazen boş vagonlara sığınan kaçkınların nüfusu, ülkenin toplam nüfusunun sekizde biri kadardı. Tahran’ın kıyı mahallelerinde bulaşık yıkamak için akan bir suyun önünde kuyruğa giren Afgan kadınların oluşturduğu duygu, bir ikamet sıkıntısını pekiştirdi zaman içinde.

1991 Körfez savaşı sırasında Iraklı Kürtler kafileler halinde, yollarda zayiat vererek Türkiye’deki kamplara sığınmışlardı. Baas zulmünün ürettiği her türlü kötülüğe şimdi bir de Suriyeli mültecilerin acıları eklendi. Sapla samanı karıştırma konusunda üstümüze yok. Hükümetin Suriye politikasını malul bir reddiye tavrıyla eleştirmenin vardığı nokta, mülteci karşıtlığı nasıl olabiliyor? “Dünyanın en kırılgan insanları olan mültecileri şeytanlaştırmak, onlara karşı kampanyalar düzenlemek  doğru bir davranış mı?” diye soruyordu Atilla Yayla, CHP’nin Suriye mültecilerie dönük tavrını eleştirdiği yazısında.

Bir bayram, üstelik “Kurban” gibi çok temel, yalın ve haklı çıkarımlarla insanlık durumunu sarsıp silkelemek, hayat mücadelemizin gerekçeleri konusunda gözlerimizi açmak üzere gelen bir bayram, sunduğu bütün güzelliklerle birlikte apaçık ki bize bu dünyada gerçekte kim olduğumuz ve nasıl bir hayat sürdürmemiz gerektiği üzerine asli soruları hatırlatmakla da mücehhez.

Kimse bildiğini sandığı kadar yerleşik değil bu dünyada hem. Rabbin sonsuz rahmeti kadar haklı öfkesinin de idrak sebebiyse Kurban, bu idrakın öncelikle yansıması gereken kesimlerden biri, müminlerin sorumlu olma konusunda ayetlerle uyarıldıkları, yurdunu terketmeye mecburiyetiyle yolda kalanlar olmalı değil mi...