Türkiye’de iktidar partisi bir kez daha orduyla çatışmaya tutuştu. Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP 2002’de ilk kez iktidara gelir gelmez başlayan bir güç mücadelesinin en son perdesinden daha fazlası söz konusu. Yeni İslamcılarla laikler arasındaki bir irade savaşından da, hatta sürekli tekrarlanan bir anayasal krizin yeni ve tehlikeli bir safhasından da fazlası...

Bu, her şeyin ötesinde, egemenlik için itişip kakışan iki rakip yapı arasındaki bir çarpışma: Bir yanda kendilerini Atatürk’ün laik, cumhuriyetçi mirasının muhafızları olarak gören geleneksel kentli seçkinler var; diğer yandaysa, Anadolu’nun muhafazakâr ve dindar geleneklerini Türkiye’nin modern fakat Müslüman orta sınıfının oluşturduğu devasa bir seçmen kitlesiyle birleştiren yeni AKP yapısı.

Artık kronikleşen bu krizin temel sebeplerinden biri, ilk grubun, yani Kemalistlerin seçim kazanamaması: İki genel seçimde AKP tarafından hezimete uğratıldıktan sonra, orduyu ve yargıyı kışkırtarak iktidara dönmek dışında hiçbir stratejileri yok gibi görünüyor. Halktan iflah olmaz derecede kopuk partilerinin sandıkta sürekli kaybettiği şeyi, ordu ve yargı sayesinde geri almak istiyorlar.

AB belirleyici rol oynadı
Türkiye’nin gerçek kimliğini bulmak doğrultusunda bir mücadele verdiği fikri hayli yaygın; Avrupa de kendi işine gelen bir kurnazlıkla bu fikri sıkça dile getiriyor. Ancak bugün Türkiye’nin gerçek dramı daha sıradan: Ülke, AKP’ye karşı etkili bir muhalefetten yoksun. Böyle bir muhalefet olana kadar da o krizden bu krize sürüklenmeye devam edecek.

Bu geçişsel mücadelenin en son safhasını tetikleyen şey, hükümetin ordu ve güvenlik birimleriyle bağlantılı aşırı milliyetçilerin AKP’yi devirme planları yaptığını tespit etmesi oldu. Türk ordusu darbelere hiç yabancı değil. Fakat İstanbul’un eski karizmatik belediye başkanı Erdoğan’ın liderliğindeki yeni iktidar partisinin popülerliği karşısında hazırlıksız yakalandı. Ve bir başka, dönüştürücü faktör daha vardı: Avrupa.

Türkiye, Avrupa’nın bekleme odasında 40 yıldan uzun süre oturduktan sonra nihayet AB üyeliğine aday olma hedefine ulaştı. Erdoğan hükümeti kulübün kriterlerini karşılamak için anayasal bir devrim gerçekleştirdi: Demokratik ifade ve örgütlenme özgürlükleri, Kürtler için azınlık hakları ve hepsinden önemlisi, büyük güç sahibi generallerin sivil otoriteye tabi kılınması bu dönemin eseriydi.

Avrupa projesi güçlü bir reform motoru ve Türkiye’nin siyasi gruplarını birleştiren bir tutkal görevi gördü, zira Kemalistler ve ordu AB’yi ülkenin Atatürk tarafından çizilen Batı rotasının hayata geçmesi olarak, AKP’yse AB’nin demokratik kurallarını generallere karşı bir kalkan olarak görüyordu. Diğer bir deyişle, Avrupa bu iki rakip yapı arasındaki husumeti sallantılı, fakat gerçek bir hizada tutmayı becerdi. AB, Türkiye’nin dönüşümü açısından yük kaldıran bir köprü işlevi gördü.

Fakat derken üyelik müzakereleri durma noktasına geldi - bunun başlıca nedeni Türkiye’nin yeterince Avrupalı olmadığını ve hazmedilemeyecek kadar büyük, yoksul ve Müslüman olduğunu düşünen Fransa ve Almanya gibi üyelerin gönülsüzlüğüydü. Onlar üyelik çıtasını yükselttikçe, Türkiye’de reform güç kaybetti.

Generallerin önündeki kalkan yok oldu. Siyasi uyumun tutkalı eridi. Orduyla AKP arasındaki bir çatışmanın sadece ertelenmiş olduğu da açıkça görüldü.

Ordu 2007’de, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini vaktiyle İslamcı olduğu gerekçesiyle önlemeye çalıştı ama başaramadı. Erdoğan ordunun blöfünü görerek erken seçime gitti. AKP, oylarını muazzam bir oranda artırarak yüzde 34’ten 47’ye çıkardı. Seçim öncesinde kentli orta sınıflar, tehdit altında olduğunu düşündükleri liberal hayat tarzlarını savunmak adına gösteriler düzenlemişti.

Taşralı ‘siyah Türklere’ karşı küçümseyici sözlerde tezahürünü bulan gözle görülür bir sınıf nefreti de vardı; kentli seçkinlere göre, Allah, aile ve futboldan başka bir şey konuşmayan bu kesimler ülkeyi ele geçirmek istiyordu. Fakat Türkler demokrasiyi orduya tercih etti. Türkiye için, İspanya’nın nihayet Franco’nun gölgesinden sıyrıldığı 1982 seçimine benzeyen bir andı bu; İspanyollar o seçimde 1981’deki başarısız darbe girişiminin ardından Sosyalistleri ezici çoğunlukla iktidara getirmişti.

Fakat ertesi yıl Kemalistler, AKP’yi kapattırma çabasıyla yüzlerini mahkemelere döndü ama iktidar partisi hayatta kaldı. AKP’nin 2007’deki ezici seçim zaferinin sonrasında yaşanan bu beraberlik, Erdoğan’ı yargıyı da kullanma konusunda cesaretlendirmiş görünüyor. Bugün muvazzaf ve emekli subayların Ergenekon gibi barok komplolar, Balyoz ve Kafes gibi de akıl sır ermez alt-komplolar nedeniyle mahkemeye çıkarılmasının nedeni bu.

CHP genç Türkiye’ye uymuyor
Karşıtları AKP’nin gizlice İslamcılığı dayatmak amacıyla siyaseten zayıflayan orduya vurduğunu söylüyor. Alkolü yasaklayan belediye başkanlarının alevlendirdiği gerçek korkular da eksik değil. Fakat teokrasinin arka kapıda beklediğini gösteren bir kanıt da yok.

Erdoğan’ın kabadayıca popülizminin asıl vahim yanı, reformu genişletip derinleştirmek yönündeki altın bir fırsatı heba etmiş olması. Bütün Türk partile-rinde var olan, iktidarın nimetlerinden yararlanma tavrı AKP’de de mevcut: “Biz kazandık, sıra bizde.”

Fakat bazı laikler, iktidara gelmek açısından pek umut vaat etmiyor; seçim kazanamadıklarından orduyu ve mahkemeleri kışkırtıyorlar. Partileri gerçek partiler değil. Aşırı şişmiş egoların doldurduğu, küçülen tarikatlara benziyorlar. Atatürk’ün CHP’si, kocamış ve dar kafalı Deniz Baykal’ın liderliğinde, genç Türkiye’ye hitap edemeyen dümeni bozuk bir kalıntı.

Erdoğan’dan ibret almalılar
AKP’yse tam aksi bir görüntü sergiliyor; toplumsal açıdan muhafazakâr ve dindar, fakat dinamik ve girişimci olan, iktidarda hak ettiği payı isteyen Anadolu orta sınıflarının tercih ettiği modernlik rotasını temsil ediyor. AKP, birçok Türk’ün sadece bir kuşak uzağında olduğu aile, din ve köyün bağlantı noktalarını hızla bağrında toplayarak, heyecan verici ve ikna edici bir seçenek oluşturuyor.

Peki liberal Türkiye’nin elinde bunun karşısına koyacağı ne var? Tabanda birkaç dişe dokunur oluşum söz konusu; bunlardan biri de eski Kemalist ve halihazırda Şişli belediye başkanı olan Mustafa Sarıgül’ün Türkiye Değişim Hareketi.

Türkiye’nin acilen ihtiyaç duyduğu şey, laik, liberal ve sosyal demokrat güçlerin seçilme şansı olan bir partide yeniden toparlanması (AB’nin Türkiye’yle yeniden iştigal etmesi buna katkıda bulunacaktır).

Sürekli laiklikten dem vurmanın terapi edici bir yanı olabilir ama hiçbir yararı yok. Yaşayabilir bir merkez solun, bölünmüş, dinozorlar çağında kalmış ve periyodik darbelere bel bağlayan laik partileri terk etmesi gerekiyor. Atatürk’ün mabedinde dua etmek yerine, onun örneğini takip etmeliler. Türkiye’nin kurucusu, cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerine inşa etti. Erdoğan bile AKP’yi yaratmak için Türk İslamcılığının ötesine baktı. Türkiye’deki merkez sol Erdoğan’dan ibret alıp yeni bir başlangıç yapmalı. (11 Mart 2010)