Kendi ülkenize fazla konsantre olduğunuz zaman, bir süre sonra yaşadığınız tarihsel dinamiğin iç mantığı o denli baskın hale gelebiliyor ki, söz konusu yaşananları mukayeseli bir perspektife oturtmaktan uzaklaşıyorsunuz.  
  
Sanki ülkenizde olan bitenler bütün dünyanın dışında yaşanmaktaymış, hatta dünyanın geri kalanı geçici olarak dondurulmuşmuş gibi davranıyorsunuz. Ülkenizdeki olaylar ne denli irrasyonel bir hal alırsa, bu psikolojik kapanma da daha kesin bir nitelik arzediyor. Belki de beceriksizliğin utancı yüzünden komşusunun yüzüne bakmaya cesaret edemeyen birine benziyoruz... Öte yandan dünyanın buharlaşmadığını, yanıbaşımızda durmakta olduğunu da tabii ki unutmuş değiliz... Böylece ortaya bir ikilem çıkıyor. Hem mukayese imkânı veren gözlemlerden kaçınmak, hem de bu mukayese imkânını kategorik olarak reddetmemek gerekiyor. Örneğin AB'yi, hem Türkiye'nin yönlendiği bir hedef olarak tanımlamak, hem de AB'nin somut niteliklerini bizim bu yönlenmeyi nasıl yaşadığımızı etkilemeyecekmiş gibi dışlamak böylece mümkün oluyor. Bir taraftan AB'nin 'doğal' parçası olmamız gerektiğini iddia ediyor, öte yandan da AB'nin 'doğal' olarak paylaştığı bazı hak ve özgürlüklerin bizde söz konusu olmayabileceğini tasavvur edebiliyoruz.

Türkiye'nin son yılları özellikle bürokrasi açısından tam da böyle bir ikilemi ifade ediyor. Modernliği 'laiklik' olarak algılayan ve bu 'laikliği'de tamamen otoriter zihniyete tabi kılan öğretinin taşıyıcıları, hak ettiklerini düşündükleri AB'nin bu tür bir laikliği kabul etmesinin söz konusu bile olmadığını uzun süre farkedemediler. Aynı süre, Batılıların da Türkiye'yi pek tanımadığı, ve ülkemizi laik kesimin devlete yakın kanadı ile temaslar sonucu anlamaya çalıştığı bir dönemdi. Bu nedenle onları epeyce hayali bir Türkiye'ye inandırmak muhtemelen pek zor değildi. Ancak AB süreci bu aldatmaca halinin sürmesine izin vermedi... Bugün Batılı siyasetçiler, diplomatlar ve gazeteciler Türkiye'yi o denli iyi tanıyorlar ki, artık olan biteni çarpık bir biçimde anlamaları mümkün değil. Bu nedenle son dönemde yaşanan ve Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararından, Yargıtay Başsavcısı'nın iddianamesine uzanan yargı hamlesinin de hukukla değil, doğrudan siyasetle bağlantılı olduğunu; dahası hedefin de AKP olmayıp demokratik düzenin kendisi olduğunu biliyorlar. Söz konusu bilgi doğal olarak Türkiye'nin nasıl bir 'cumhuriyet' olduğu sorusunu gündeme taşıyor. Böylece tarihin ironik bir tekerrürü olarak kendimizi Avrupa ile aynı anda tartıştığımız bir sürecin içine giriyoruz...

Bu durumun Türkiye'deki Kemalist eliti daha da sıkıştırması ve bu sıkışmanın daha da irrasyonel eylemleri davet etmesi pek şaşırtıcı olmaz. Çünkü bu kesimin görünür hale gelen ideolojik zemin kaybı geçici bir olgu değil. Batı dünyasındaki siyasi kültüre hakim olan zihniyet demokratlığa doğru giden açılımları sıradanlaştırdıkça, buna direnenleri siyaset dışına düşüren bir algılama doğuyor ve küreselleşme söz konusu algılamayı Türkiye'nin de en ücra köşelerine kadar taşıyor. Dolayısıyla demokrasi mekanizması geçerliliğini koruduğu sürece, tahayyül edilebilen hiçbir gelecekte Kemalist veya İttihatçı bir siyasetin iktidar olması mümkün olmayacak...

Bu 'acı' gerçek karşısında söz konusu kadroların ve onlara destek veren medya ve sivil toplum kuruluşlarının elindeki tek silah, ülkedeki demokrasi yanlılarının bir biçimde 'gayrimeşru' kılınması olacaktır. Bunun en ucuz yolu ise daha önce Refah Partisi deneyiminin ortaya koyduğu üzere, tüm demokrasi yanlılarını AKP ile, bu partiyi de bazı uç söylem veya kişiliklerle özdeşleştirmekten geçiyor. Artık kanıksanmış olan bu stratejinin temel önermesi ise, AKP'nin Türkiye'de İran benzeri bir 'molla cumhuriyeti' kurma peşinde olduğu...

Çözüm: Cumhuriyetin yeniden tanımlanması

Ne var ki küresel dünya birçok şey yanında İran'ın algılanmasını da büyük ölçüde değiştirdi. Daha önceki kategorik bakış bu ülkede diktatörlük peşinde olan 'dinci' molla sınıfı ile özgürlükçü laik kesimin karşı karşıya olduğu varsayımına dayanmaktaydı. Oysa son on yıl içinde İran'a gidenlerin gözlemleri hiç de bu yönde değil... Esas çatışma demokrasi ile totaliter bir rejim arasında yaşanıyor ama bunlardan herhangi biri belirgin bir kimlikle özdeşleşmiş değil. Aksine her iki taraf da birer kimlikler arası koalisyon özelliğine sahip. Diğer bir deyişle otoriterlik yanlısı olanların içinde seküler insanları bulabildiğiniz gibi, karşı kanatta da çok sayıda 'molla' var.

Anlaşılan o ki, başımızı ne kadar kuma gömsek de, zamanın ruhu küresel rüzgârların peşine takılıp toplumların içine nüfuz edebiliyor. Ve böylece bir garip ikilem daha doğuyor... Kendisini bu yeni ruha açık tutanlar, yeni bir sınıfsal aktör olarak siyaset alanına giriyorlar. Belki de Türkiye'deki muhafazakârların böylesine kolaylıkla AB yanlısı olabilmelerinin sırrı da bu. Ona karşılık bu yeni ruha direnenler giderek 'gerici' olarak algılanan bir siyasete hapsoluyorlar. Ulusalcılık adı altında kendine yeniden yer açmaya çalışan siyasi akımın niçin toplumla gerçek bir temas yaşamadığı da böylece anlaşılıyor. Ancak daha da ilginci, sıradan insanların değişime açık olabilmeleri onların dünyaya adaptasyon yeteneklerini geliştiriyor ve onları daha 'bilgili' kılıyor. Oysa değişime direnen kadrolar, giderek 'cahilleşiyorlar.' Türkiye tüm bu değişim ve direnç dinamiğinin ortasında, bütünlüğünü kaybetmeden yenilenmenin sancılarını çekiyor. Yenilenme ise açıktır ki 'cumhuriyet' kavramının yeniden tanımlanmasıyla mümkün olabilecek. Çünkü yaşanan sıkıntı siyasi rejimimizin bir cumhuriyet olup olmamasıyla bağlantılı değil. Bunun 'nasıl' bir cumhuriyet olduğuyla ilişkili...

Osmanlı siyasi geleneğini sadece söylem ve niyet olarak değil, kadrolarıyla da yeni düzene taşımış olan Cumhuriyet, sıkça söylendiği üzere modernliği fazlasıyla pozitivist bir açıdan algılamıştı. Buna göre insanlığın macerası sürekli 'ileriye' doğru giden bir toplumsal süreci ifade etmekteydi ve modernlik de bunun son aşamasıydı. Dolayısıyla her ülkenin bir an önce modernleşmesi aklın gereğiydi... Öte yandan akıl ancak onu sarmalayan ve rasyonel çalışmasını engelleyen hurafelerden, yani özellikle dinden uzaklaşıp 'bilimsel' olduğunda bu amaca hizmet edebilirdi. Böylece yapılacak şey ortaya çıkıyordu: 'Bilimsel aklın' gösterdiği yönde mümkün olan en hızlı şekilde ilerlemek... Ne var ki pozitivist bakış açısıyla, toplumun geri kalmışlığı zaten bu tür bir aklın 'olmadığının' nişanesiydi... Yani ne yapılması gerektiğini bilen bir azınlık, ne yapılacağı konusunda cahil, hatta kötü niyetli bir çoğunlukla karşı karşıyaydı... Bu durumda totaliter yönetim meşrulaşmaktaydı, çünkü yönetime el koyacak olan elit zaten toplum için 'iyi ve doğru' olanı yapmak istemekteydi. Kısacası modernleşmek uğruna demokrasiyi es geçen, ama tam da bu nedenle bir türlü modernleşemeyecek olan bir cumhuriyet anlayışının temelleri atılmıştı. Söz konusu bakış devletin toplumu olabildiğince denetlemesini ve yönlendirmesini gerektiriyordu. Bu nedenle de özellikle ilk birkaç on yılda merkeziyetçiliğin uç noktalara çekilmesine ve hatta yüceltilmesine tanık olundu. Siyasetin alanı olabildiğince daraltılmak zorundaydı, çünkü siyaset cahil halkın karar mekanizmasına nüfuz etmesine neden olacaktı. Böylece siyasetin aynen Osmanlı'da olduğu gibi 'devletin içinde' tasarlandığı ve hayata geçirildiği bir sistem yaratıldı. Tek parti döneminde bunun pek zorluk yarattığı söylenemez. Batı'nın da faşizme kaydığı bir süreçte, örneğin CHP il başkanlarının aynı zamanda valilik yapabilmesi hiç de yadırganmadı.

Siyasetin 'devletin içine' çekilmesiyle birlikte 'siyasetçi' ile 'bürokrat' arasındaki ilişki de ikincisinin lehine olarak sabitleşti. Çünkü 'siyasetçi' denen insanlar Başkomutan Cumhurbaşkanı'nın seçtiği insanlardan ibaretti ve hepsi de kaçınılmaz olarak geçiciydiler. Oysa bürokratlar kalıcı aktörler olarak hem siyasetin gereksindiği bilgi birikimine sahiptiler, hem de kararların alınmasına ilişkin 'devlet geleneğinin' taşıyıcılarıydılar. Diğer bir deyişle ideolojik meseleleri öne çıkartan önemli kararların nasıl alınması gerektiğini bir tek bürokratlar bilmekteydi... Sonuç asker ve yargının başını çektiği, ancak üniversitelere de uzanan bir biçimde bürokrasinin, bir siyasi kimlik olarak toplumdan ayrımlaşması ve hatta sınıfsallaşmasıdır. Çok partili hayatta sıkça yaşadığımız ve halen teşebbüs edilen darbeler, bu sınıfsallaşmış bürokrasinin siyasetin sınırlarını çizme imtiyazına sahip çıkmasıdır...

Diğer taraftan çok partili hayat, modernlik açısından demokrasinin tüm kurumlarıyla kabullenilmesini ima ettiği ölçüde, halkı eğitmenin de çok önemli bir misyon olarak tanımlanmasına neden oldu. Otoriter bir rejimde emir vererek halkı istediğiniz doğrultuda tutabilirsiniz belki; ama demokrasilerde siyasetin dışından emir vermenin pek bir hükmü olamaz. Dolayısıyla da sınıfsallaşmış bürokrasi halkın 'doğru yönde' eğitilmesini temel bir işlev olarak saptadı. Bu öyle bir eğitim olmalıydı ki, halk devletin resmi ideolojisini içtenlikle kabullensin ve böylece bürokrasinin siyaset üzerindeki vesayeti de doğal ve normal kabul edilsin... Bugün üniversitelerin niçin bu kadar 'önemli' hale geldiği ve başörtüsü gibi sıradan bir tercihin devlet tarafından niçin böylesine 'ideolojik' bir biçimde algılandığı bu arka plan önünde çok daha netleşecektir...

Ama belki de asıl kritik nokta söz konusu bürokratların kendilerini toplum önünde nasıl kimlikleştirdikleridir... Bu insanlar kendilerini, insanlığın macerasında toplumun sahip olduğu seviyeden daha 'ilerde' gören ve toplumun idrak edemediği 'doğrulara' vakıf kişiler olarak tanımlamaktalar. Yani kendilerini halkın karşısında birer 'öğretmen' veya 'rehber' olarak görmekteler... Türkiye'nin ne olduğunu, ne olması gerektiğini, o noktaya nasıl gidileceğini bilenler hep onlar...

İtiraf etmek gerek ki bu son derece kendine has bir 'cumhuriyet' anlayışı. Cumhuriyet denen rejim, topluma ilişkin kararların bir kralın veya bir ailenin uhdesinde olmadığını ima eder sadece. Ama bu önkoşul söz konusu rejimi kendiliğinden bir 'demokrasi' yapmaz. Çünkü demokrasi halkın özgür iradesinin talepler ve tercihler yoluyla siyasete yansımasını ve farklı görüşlerle karşılaşmasını mümkün kılan ve garanti eden bir hukuksal güven zemini gerektirir. Türkiye bugün muhakkak ki bir cumhuriyet ama apaçık görülmekte ki bir demokrasi değil...

Türkiye ve İran, hangisi 'molla cumhuriyeti'?

O zaman bunun nasıl bir cumhuriyet olduğu sorusuyla karşı karşıyayız. Yanıt ise, belirli bir 'doğru' ideoloji olduğuna inanan ve bu ideolojiyi halktan çok daha iyi bildiğine vehmeden sınıfsallaşmış bir bürokrasinin ürettiği bir vesayet rejimini ima ediyor. Diğer bir deyişle Cumhuriyet'in başından beri bu rejimi tasarlayıp, sahiplenip topluma empoze edenler, sadece bir ideolojinin inananları değiller. Söz konusu ideolojinin tek doğru ideoloji olduğuna da inanıyor ve bu uğurda halkın üzerine baskı kurmanın meşru olduğunu düşünüyorlar.

İnsan ister istemez İran'la ilgili olarak, biraz da bilgisizce öne sürülen iddiaları düşünüyor... Bu ülkenin bir 'molla cumhuriyeti' olduğu çok söylendi. Çünkü yönetimin halktan kopuk bir molla sınıfının elinde olduğu, bu mollaların İslami ideolojiyi tek doğru ideoloji olarak kabul ettiği, söz konusu fikriyatı en doğru kendilerinin bildiğine inandıkları ve kafalarındaki doğruları topluma empoze etmekten çekinmeyip, otoriter bir rejim kurdukları hep söylenegeldi... Ama bugün biliyoruz ki bu tablo fazlasıyla yüzeysel... Oysa son dönemde Batılılar aynı tabloyu Türkiye için de düşünmeye başladılar ve çok da yanılmış sayılmazlar. Çünkü bizdeki vesayet sınıfı kendi içinde çok daha homojen olmanın yanında, kurduğu toplumsal koalisyonlar da tamamen resmi ideolojinin belirlediği kimlik çerçevesinde oluşuyor. Yani İran'da gördüğümüz cinsten bir kimlikler çoğullaşmasına Türkiye'de tanık olamıyoruz... Cumhuriyet rejimi giderek belirli bir elit siyasetinin ve onu besleyen ideolojik kimliğin taşıyıcısı olarak tanımlanıyor. Ne yazık ki bu durum, demokrasiden daha da uzaklaşan, hatta demokrasiyi bir tehdit olarak algılayan bir cumhuriyet demek.

Bu durumun kabahatini tabii ki cumhuriyet rejimine yıkamayız. Çünkü çeşit çeşit cumhuriyet var ve herhangi bir rejimin gerçek niteliği taşıdığı addan değil, yaşananlardan kaynaklanıyor. Demokratik cumhuriyetler hangi ideolojiye dayanırsa dayansın 'molla' mantığını reddeden, doğruların özgür toplumsal tartışma içinde ortaya çıkmasına izin veren, kısacası topluma inanan rejimlerdir. Otoriter ideolojiler ise maalesef topluma inanmayı olanaksız kıldığı için demokratik cumhuriyetler yaratmakta zorlanabiliyorlar. Bu durum İran için ne kadar geçerliyse, bizim için de o denli geçerli...
 
Kaynak: Zaman