Dikkat dikkat. Bu bir 'İyi şeyler de oluyor' yazısı. Ayşe Şasa ve İsmail Eren 'Dinle Neyden' diye bir senaryo yazmışlar. Jacques Deschamps da filmi çekmiş.
Bir tekke öyküsünde lirizm olur; ama bir politik gerilim unsuru bu kadar mı asude olur? Olmuş. Osmanlı-Fransız savaşının yaklaştığı günlere Osmanlı tekke ve saray terbiyesinin içinden bakan bir göz, Mevleviliğe özgü şiirsellikle birleşmiş. Üstelik bir de, başlamamış ama aynı zamanda tamamlanmış bir aşk hikâyesi: Kavuşmamış ama aslında hiç ayrılmamış iki kişi...
Normalde film yazılarının yeri kültür sayfalarıdır. Fakat 'Dinle Neyden' fazlasıyla karardığımız bugünlere bir umut fıskiyesi oluyor, 'yorum'a açık bir merhaba ile geliyor. Evet biraz ağırca, evet biraz yavaş. Kitap tadı veren bir film; sarı saman kâğıt kokusu alacak gibi oluyorsunuz izlerken. Olay örgüsü ve film zamanı alıştırıldığımız sinema görgüsüne ters. Düğüm gerilim çözüm denklemi bildik şekilde cereyan etmiyor. Gişeleri sarsmayacağı kesin. Ama inançlı ve sanatperver ruhlar ne yapıyor, neden bu toprakların yüksek kültürüne ilişkin, tarihî, kostümlü filmler, bu iklime uygun eserler çıkmıyor sorusunun cevabı olabilecek bir mecrayı işaretliyor. Adrenalini değil sezgiyi/duyuşu muhatap alarak. Yıllar önce kamera arkasında dervişane bir bakış olmalı demiş olan Ayşe Şasa'nın sinemaya dönüşünü müjdeleyerek...
Yıl 1789. Mevlevihane defterini tutmakla görevli Derviş, aynı zamanda eski bir Osmanlı paşası olan Nuri Dede Efendi'nin hizmetinde. Dede Efendi ve onun eski dostu olan bazı Fransız diplomatlar yaklaşan Osmanlı-Fransız savaşını önlemeye çalışırlar. Derken Dede Efendi hastalanır ve sarayın tahsis ettiği tabip ile birlikte hem hastalığına şifa bulmak hem de gayri resmi çalışmaları sürdürmek için kısa bir süreliğine III. Selim'in kardeşi Beyhan Sultan'a ait Sahilsaray'a yerleşir. Diplomatik müzakereler sürer, Tabip ile Beyhan Sultan'ın yardımcısı Gülnihal kalfa arasında bir yakınlaşma başlar ve genç Mevlevi derviş bütün olanlara Rumi'nin dizeleri eşliğinde tanıklık eder.
Tarihsel filmler, çoğunlukla olayların geçtiği zamana ihanet eder. Perdede gördüğünüz Alexander/İskender, tarihte yaşamış o kişi değildir, az önce hamburger yemiş bir çocuğun zevklerine ve hayat algısına uygun cümlelerle yeniden yazılmış, kurgulanmıştır. Zaman da, modern saatlerimize uygun bir ritimle ilerler, karakterler sabah 9 akşam 5 mesaisi varmış gibi hızlı ve meşguldür. Ana karakterlerin düşmanları, bugün düşmanımız olması istenen kişi/mihraklardır. Dinle Neyden'i farklı, 'bu' kültüre özgü kılan bir hayli ayırıcı nitelik var. Fransız yönetmenin muhtemel bilinçli katkısıyla hikâye 18. yy.ın İstanbul zamanıyla ve değer yargılarıyla akmakta. Tekkede geçen zaman yavaş, sarayda geçen zaman daha hızlı. Karakterler, adap ve ritüeller orijinal dokularına uygun seyretmekte; saflıklarını korumaktalar. Biz anlayacağız diye bize uygun hallere girmemekteler; bizim onlara uyum sağlamamızı istemekteler, ki doğru olanı budur. Bunun da ötesinde senaristlerin, tasavvuf ehline özgü adabın politik tutuma nasıl yansıdığını ve onu nasıl beslediğini, çatışmacı olmayan şecaatin vakarını o kadar güzel yedirmişler ki hikâyeye, sırf bunun için epeyce alkışlanmaları gerek diye düşünüyorum. Bonaparte'ın III. Selim'e attığı diplomatik kazık, generalin Mısır'ı işgal planı ve işgalin yerli halkı 'aydınlatma' planı olarak dillendirilmesi de güncelliği su götürmez ama gözümüze gözümüze sokulmayan bir siyasi vak'a olarak anti Batıcı olmayan bir yerden önemli bir Batı eleştirisi ortaya koyuyor. 18. yy.ın ikinci yarısında, Osmanlı'nın, Avrupa ile ilişkilerinin artık eskisi gibi olmadığını idrak ettiği anlara tanıklık ediyoruz: 'İşgalin adına 'medeniyet götürmek' demek ha? 'Bunlar öğrenmek zorunda olduğumuz yenilikler' diyen sadrazamın hüznüne ne kadar katılıyorsak, bu planları Nuri Dede'ye getiren Fransız-Türk dostlarını da o denli kavrıyor, kucaklıyoruz. Bir Müslüman şehrine Batı'yla Doğu arasındaki çizgiler, maneviyat, aşk ve politika üzerinden bakıyor Dinle Neyden. Evsaflı bir bakış. Yüzde yüz bu kültürden.
Kaynak: Zaman