Kimileri, medeniyetler arası ilişkilerin çatışmalara ve birbirini yok etme arzusuna dayandığını iddia eder. Medeniyetler arası bu kronik düşmanlığı görebilmek için, İslam âlemiyle 'Batı' arasında süregiden ve sirenler, F-16'lar, bombalar, silah sesleri, önceliyici saldırılar, din savaşları ve çılgınca bir şiddetle dolu gerilim üzerine iki dakika düşünmeniz yeterli. Olaya Müslümanlar tarafından baktığınızda bu görüşün en sıkı savunucuları, kendilerini kâfir Batı'yla ezeli bir din ve medeniyet savaşına kilitlenmiş gören Kaide gibi gruplar. Karşılarındaysa her ne kadar Bin Ladin'in dini metaforlarına şiddetle karşı çıksalar da, onun Batı-İslam ilişkilerine dair görüşlerinin altına imzasını atabilecek olan sağcı ve liberal öğeler var. Bunlara göre iki taraf arasındaki uyumsuzluğun nedeni, birinin rasyonellik, özgürlük, bireycilik ve ilerlemeye, diğerininse kadercilik, dini mitler, entelektüel katılık ve despotizme dayanan değer yargılarındaki farklılıktan ileri geliyor. Bu farklılıkların uzlaşması imkânsız. İslam'da Batı, Batı'da İslam var Sığ stereotipler bir yana, adına İslam ve Batı medeniyeti dediklerimizin arasında birçok farklılığı tabii ki biz de görüyoruz. Aynı durum Hint, Çin veya başka bir büyük medeniyet için de geçerli. Her birinin kendine özgü tarihi tecrübeleri, referanslarının anlam sistemi ve düzeni var: Bunlar olmasaydı onlara medeniyet denemezdi. Ancak bu özellikten yola çıkıp medeniyetlerin okyanusa dağılmış adalar kadar birbirinden ayrı olduğunu söylemek de safça. Saf veya homojen olmayan medeniyetler, çok çeşitli entelektüel geleneklerin ve tarihi etkilerin bir karışımıdır. Tarihin bugünü geçmişten kopuk bir biçimde ele alan doğrusal bir görüşle okunması, tarihi süreçlerin karmaşıklığını açıklamaya yetmeyecek kadar basit bir yaklaşım.Örneğin İslam medeniyeti dediğimizde kendi başına duran monolitik bir bloktan değil, Pers, Bizans, Çin, Hint ve diğer muazzam kaynaklardan beslenmiş, İslami simgeler düzenine asimile olmuş, ortak dili Arapça olan büyük bir ambardan bahsediyoruz. Tartışmanın kuzeyinde kalanlar her ne kadar 'Batı'yla 'İslam'ı birbirinden ayırmakta ısrar etse de, gerçek şu ki, İslam Avrupa'da yaşananların ayrılmaz bir parçasını oluşturdu. Doğu'nun büyük medeniyetleri ve yüksek düzeydeki kültürlerini miras alan İslam, antik çağlarla modernite arasında köprü görevi de gördü. Avrupa medeniyeti bu anlamda sadece Yahudi-Hıristiyan değil, aslında Yahudi-Hıristiyan-Müslüman ve bu Müslüman öğesi içinde Doğu'nun zengin mirasını da barındırıyor. Her ne kadar Avrupa kimlik nosyonu büyük oranda Müslüman 'öteki'ne (önceleri Araplara sonra da Türklere) karşı çıka çıka şekillenmiş olsa da bu durum hâlâ geçerliliğini koruyor. Avrupa'nın geçmişinin bir parçası oluşturan İslam ve Müslümanlar, şimdinin de yadsınamaz bir parçası. Gerek Doğu Avrupa'nın 'yerlileri', gerek 1940'lardan beri Avrupa'ya yerleşen göçmen cemaatleri olarak sayıları en az 15 milyonu bulan Müslümanlar, Avrupa'nın en büyük dini azınlığı. İslam Avrupa'nın hayali sınırlarında, güneyde Akdeniz, doğuda Türkiye'yle durmuyor, İslam Avrupa'nın bizzat kendi dokusunda var. Müslüman unsuru pek çok açıdan bir Avrupa unsuru. Her ne kadar medeniyetler çatışmasının Batılı tarafı Avrupa'daki Müslüman varlığını kendi güvenliğine tehdit, mitik saf kimliği açısından büyük tehlike gibi görse de, Müslüman muhatapları bunu bir 'Dar-ül Harb' içinden geçiş olarak görüyor. Her iki tarafa da tarih ve kimliğe, geçmiş ve bugüne dair sığ, biçimsiz ve indirgemeci yorumlar hâkim. Günlük olaylara dair kuramların ötesine geçersek, 'İslam' ve 'Batı' arasındaki bu krizi nasıl açıklayabiliriz? Doğu'da ve Batı'daki fanatikler ne derse desin, bu sorunun cevabı ne kültürlerde ve yaşam tarzlarında, ne normlar ve değerlerde yatıyor; cevabını menfaatleri ve hesaplarıyla siyaset dünyasında aramak lazım. Günümüzde siyasetçi, stratejist ve gazetecilerin tüm dikkatini üzerine çekmiş İran meselesini ele alın. Sorunun BM'ye sürüklenme ve İran'ın askeri saldırıyla tehdit edilme nedeninin medeniyeti ve aydınlanmayı müdafaa etmek olduğunca anca budalalar inanır. Çatışmanın dinle veya kültürle değil, dünyanın son derece hassas bir bölgesindeki güç dengeleri ve jeopolitikayla ilgisi var. Süregiden diplomatik kavgalar ve potansiyel savaşlar ne mantık ne özgürlük ne ilerleme uğruna yapılıyor. Sebep hâkimiyet, İsrail ve petrol. Her çıkar meşru mudur? Kimileri güç odaklarının kendi çıkarlarını gözetme yetkisi olduğunu iddia edebilir. Bu doğruluğuna rağmen mutlak kural değildir. Böyle bir yetki büyük oranda söz konusu çıkarların meşruiyetine dayanır. Meşru ve gayrimeşru çıkarları birbirinden ayırmalıyız. Meşru çıkarlar her iki tarafın da ihtiyaçlarını kabul eden ve bu ihtiyaçlara cevap veren, dengeli bir ilişkinin parçasıdır. Mesela ben sizin hanenize tecavüz edip mülkünüzü elinizden almayı kendi çıkarlarım açısından çok faydalı görebilirim. Ama bu çıkar meşru mu? Sanmam. Ortadoğu üç kıtanın kavşağında yer alan, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip bir bölge. Avrupa ve ABD'nin dünyanın böylesine önemli bir parçasına nüfuz etmeye çalışmasından daha doğal bir şey yok. Kimileri 'bu ikilinin hayati çıkarlarını gözetmelerinde ne sorun var' diye soruyor. Sorun, bu stratejiler belirlenirken karşı taraftakileri, ihtiyaçlarını ve emellerini hiçbir şekilde dikkate almadan, sadece bireysel çıkarların hesaplanmasında, menfaatlerin ortak fayda reddedilerek, birebir üstünlük kurmayı amaçlayan bencil bir tavırla gözetilmesinde, bütün bir bölgeye sadece menfaat gözlüğüyle bakılmasında, bölge halklarının o amaca ulaşmada ya araç ya da engel olarak görülmesinde yatıyor. Evet feci çatışmalar, kanla yıkanan sınırlar var. Ama bunlar medeniyetler, kültürler, yaşam tarzları, değer sistemleri arasında değil; uzlaşması mümkün olmayan amaçlar, stratejiler, siyasetler arasında yaşanıyor. Gitgide tırmanan bu güç oyunlarının ortasında 'medeniyet', menfaatin çıplaklığını örtmek için arkasına saklanmaya çalıştığı incir yaprağından başka bir şey değil. (28 Mart 2007)