Kamusal alan tanımı ilk kez 1962 yılında Jürgen Habermas'ın "Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü: Burjuva Toplumunun Bir Kategorisi Üzerine Araştırmalar" (Strukturwandel der Öffentlichkeit) adlı kitabında ele alındı. Habermas kamusal alanı, "özel şahısların, kendilerini ilgilendiren ortak bir mesele etrafında akıl yürüttükleri, rasyonel bir tartışma içine girdikleri ve bu tartışmanın neticesinde o mesele hakkında ortak kanaati, kamuoyunu oluşturdukları araç, süreç ve mekanların tanımladığı hayat alanı" olarak tanımlar. [1]
Kürreselleşme mevhumu Kamusal alan kavramının farklı bir boyut kazanmasını sağlamıştır. Artık kamusal alan lokal bir çerçeveden çıkmış , yerel-ötesi hatta ulus ötesi bir boyuta ulaşmış bulunmaktadır. Küreselleşmenin etkisiyle daha yeni bir anlam kazanan kamusal alan ,daha hızlı kontrol edilebilen bir toplumsal belleğin oluşmasına da sebebiyet vermiştir. Televizyon ve internet aracılığıyla toplum hafızasına istenilen olaylar daha iyi işlenebilmekte ve toplumda istenilen minvalde genel bir kanı oluşturulabilmektedir.
İslamın Avrupa kamusal alanında ortaya çıkışı, varlığıyla modernitenin kültürel değerleri etrafında yol açtığı çatışmalar, kamusal alana yönelik kültürlerarası , hatta medeniyetler arası bir yaklaşımı zorunlu kılıyor.Böyle bir yaklaşım İslam ile Avrupa arasındaki ilişkilerin çapraz kesişimlerini yakalayabilir ; çünkü kamusal alan inkar, çatışma hatta şiddet içerdiğinde bile bir karşılaşma yeridir[2] Her ne kadar Samuel Huntingtonun Medeniyetlerin çatışması tezini doğrular nitelikte argümanlar mevcut olsada, söz konusu durum içersinde bir yaklaşım yahut karşılaşma bu gün Avrupada gerçekleşmektedir. Zaten Huntingtonun idda ettiği "Medeniyetler Çatışması"[3] bu gün bir miktarda bu karşılaşmanın bir sonucu olarak tezahür etmektedir.
İnceleyeceğimiz bu iki olgu , yani genişleyen kamusal alan ve bu kamusal alanda her iki medeniyetin karşılaşması, meselenin anlaşılması noktasında büyük önem arzetmektedir. Bu gün türban takan genç kızların kamusal mekanlarda dolaşmaları, Nilüfer Gölenin ifade ettiği üzere Avrupalılarla aynı mekanı, aynı dili ,aynı tavır ve iletişim kodlarını paylaşıyor olmaları, bahsetmiş olduğumuz karşılaşmaya bir örnek teşkil edebilir. İste tam bu noktada, yani "karşılaşma" gerçekleştiği anda toplumsal belleğin de artık önemli bir parametre olduğu karmaşık bir denklem ortaya çıkar.
11 Eylül saldırılarının (küreselleşmenin bir sonucu olarak) ekranlardan takip edilmesi, dehşet verici sahnelerin neredeyse insanların oturdukları evin içersine medya aracılığıyla taşınıyor olması, toplumsal bellekte adeta bir sarsıntı yaratmış olup bu süreç aynı zamanda dünyanın farklı kültür ve medeniyetleri arasında karşılıklı korkulara yol açmıştır. Avrupa toplumunda "tehlikeli " ve "terörist" bir islam tahayülü söz konusu olmuştur. Hatta bir adım daha ileri gidilerek , İslamı ideoloji olarak benimsememiş, siyasal islam ile alakası olmayan ve hatta islam dinine inanmayan ama Müslüman ülke kökenli göçmenler dahi islamcı olarak kategorize edilmeye başlanmıştır.
Bu kategorizasyon yukarıda belirtmiş olduğumuz bir takım olaylar zincirinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yani " karşılaşma " nın yaratmış olduğu bir tereddüt ve bunun paralelinde yaşanan olaylar, toplumsal bellekte farklı algılara neden olmuş ve mevcut durum " Medeniyetler Çatışması " tezini adeta destekler konuma ulaşmıştır.
Nasil ki bir çoçuğun dünyaya gelmesi sürecinde, ana rahminden bebeğe yol açılması için sancılar gereklidir, toplumdan yepyeni ve taptaze bir " toplum" zuhur edebilmesi için bir takım zorlukların ve sancıların oluşması sosyolojik olarak normal bir durumdur. Yani " karşılaşma " nın kaygılara ve korkulara yol açması olağandır. Çünkü artık dünün ötekileri, bu gün kendilerini Avrupa coğrafyasının asli unsurları addetmektedirler. Edward Said oryantalizmi, Avrupanın kendisini merkeze alarak doğuyu tanımlaması ve ötekileştirmesi şeklinde açıklamaktadır. Bu gün artık bu göçmenler Avrupa ülkelerinde, Said in oryantalizmi açıklarken ifade ettiği tanımlanan taraf değil , kendisini tanıtan taraf olmak istemektedirler. Yani toplumsal bellekte muayyen olayların etkisiyle oluşmuş bir olgu olarak değil ,oldukları gibi yer edinmek istemektedirler.
Mevcut durumda iletişim imkanının gerçekleşebilmesi için, pozitivist Felsefenin anavatanı sayılabilecek Almanyadaki entelektüellerin ,devlet kamu kurum ve kuruluşlarının hatta "Devlet Aklı" nın konuyu teknik bir mesele gibi telakki etmesi bir çıkış yolu veya bir çözüm biçimi olmayacaktır. Zira teolojik meselelerin de içinde bulunduğu olayların ,salt pozitivist hatta idealist yaklaşımlarla çözümlenmesini beklemek, insanı makina gibi algılamak ve düşünen bir canlıya robot muamelesi reva görmektir.
Burda dikkat edilmesi gereken husus, Avrupa medyasının ötekileştirici haber ahlakından vazgeçmesi ve Avrupalı siyasilerin oryantlist hatta bir o kadarda popülist söylemleri terketmeleri konusudur. Aynı zamanda Avrupalı siyasilerin söylemlerinde gayet hassas bir dil kullanmaları ve içten bir şekilde bu toplumun bütün kesimlerini sahiplenmeleri de büyük önem arzetmektedir. Bu ötekileştirici tutum Avrupa toplumunda kutuplaşmalar yaratmaya, kaygıların ve korkuların artmasına ayrıca aşırı sağ hatta ırkçı eğilimlerin artmasına sebep olmaktadır. Avrupalı siyasilerin bu tutumu devam ettiği sürece Avrupadaki göçmenler, Norveç te yaşanan üzücü olayın benzerlerinin devam edeceği endişesi ve korkusu içerisinde olacaklardır.
Dipnot & Kaynak: