Çığlığın beni nerede karşıladığını tam olarak hatırlamıyorum. Matkap seslerine karışan köpek havlamaları, çocuk çığlıkları, seyyar satıcı sesleri, ikide birde benden tül ya da kadife perde isteyen yeni fıtık ameliyatı geçirmiş kapıcı kadının hayat pahalılığına ilişkin yakınmaları, kapı önlerinde oturan genç kızlarla kadınların konuşmalarından yükselen hoşbeşli cümleler, mahallenin eski yapısından koparılan yaşlı bedeninden yükseliyor gibi geliyordu bana. Bir kopma/koparılma yaşanırken çığlıklar da yükselmez mi… Demek ki Ramazan günlerinde bu mahalleye taşınırken bir yanılsamaya bırakmışım kendimi. Fakat büyü biraz da Erikli suyunun satıldığı yegâne bakkaldan sabah saatlerinde yükselen Kur’an sesiyle etkisini korumaya devam etti. Bakkal sahipleri Safranbolulu, ikisi de yaşlı, ufak tefek, hareketli, boncuk mavisi gözlü bir karı koca. Sabah kahvaltılarını bakkal tezgâhının arkasına serilmiş bir gazete üzerinde yaptıklarını görüyorum. Paylaştıkları zorunluluğa dayanmayan, sevimli ayrıntılar sunan sahneleri izlemek hoşuma gidiyor, gelirken geçerken bir bahaneyle bakkala uğruyorum.
Şimdi yine aynı bakkala doğru gidiyorum, yolumu uzatma pahasına. Minübüsten ilk göbekte (ya da trafik adasında) indim. Giriş katında oto bakım servisinden baklava börek imalatçısına bir yığın dükkanın bulunduğu merkez camisini geçip havlaması durmak bilmeyen köpeğin kapalı tutulduğu barakaya ulaştım. Orada bir an durup soluklandım. Bahçesindeki iftar sofrası hazırlığı hiç bitmeyecekmiş gibi görünen ev var az ileride; “İftar Üzeri Mahalle” başlıklı yazımı hatırlayan okuyucularımıza yabancı gelmeyecek. Şimdi baktım, üç beş basamakla çıkılan sahanlığın hemen yanında terası, evin kapısını örten koca bir pano: En büyük burgere hazır mısınız?
Bu yazı oraya ne zaman asıldı, bildiğim yok. Orada olduğunu görmememi sağlayan bir perde olmalıydı arada, ya da sarmaşıklar. Nasıldı, ne oldu, düşünerek köşeyi döndüm. Çığlık da beni tam köşede yakaladı.
Kadın canhıraş sesler çıkartarak yerden yere atıyordu kendini, bir taraftan yanındaki kızgın adamın tekmelerinden, tokatlarından kurtulmaya çalışırken. Birileri araya girmeye çalışıyor, ama nafile. Hatta fanilalı bir adam koşup geliyor karşıdan bir yerden, kadını bir de o tartaklıyor. Allah belanızı versin ikinizin de, diye bağırıyor kadın. Bıktım usandım canımdan, ölüp de kurtulayım. Dayağa ilk başlayan adam sert bir tokat atıyor kadına cevap yerine ve geçip gidiyor. Apartman kapısından birileri çıkıyor, dayak yiyen kadını içeri çekiyorlar zorla. O bağırmaya devam ediyor: Bıktım usandım canımdan, geçip gideceğim.
İnsanı canından bu denli bezdiren, dayağın da kaynağı olan bir sebep bulunmalı. Bakkala girdim. Yaşlı çift yok, gelinleri duruyor tezgâhta.
Niye dövüyorlardı kadını, kimdi o adamlar, diye sordum. Her şey saflıktan ileri geliyor, dedi. Kadın saf. Ağabeyisi döver ikide birde, kocası da sahip çıkmaz. Niye? Bence ağabey haklı. Topraktan daire sahibi oldular. O daha kızlığında alışıktı, kapı önünde laflamaya. Apartmana geçtiler, ona da düştü bir daire. Hanımlığını bilmedi. Oturuyor apartman merdivenlerine onunla bununla, çekirdek çitleyerek laflıyor. Abisi de kızıyor, oturma orada, yakışmaz bize, diye. Vazgeçmiyor. Biraz saf. Kocası da ondan saf.
Kadını evliyken bile izleyen ağabeyin hışmı, topraktan, zeminden hak edilen daire paylarıyla ilgili, bakkalın gelinine göre. “Saf Koca” da daire paylarını idare eden ağabeyin güdümünde. Kapı önü muhabbetleri öylesine tatlı geliyor ki kocası kadar “saf” hatta “şaşkın” olduğu düşünülen kadına, tekme tokat yeme pahasına sürdürüyor merdiven basamaklarındaki hoşbeşi. Kentsel dönüşüm projelerinin gerçekleşmesini güçlendiren sebeplerden biri olmalı, bu kapı önü toplanmaları. Bahçeli evin ardından balkon sefaları yetmiyor genç kadına, akranlarıyla merdiven basamaklarında buluşuyor.
Ağabeyin hışmı, geleneksel aileyi bütünlük içinde tutan (ve zamanla ailenin yaşlı kadınlarına intikal edebilen) baba otoritesinin süren temsili.
Yenilerde okuduğum bir yazıda, Cumhuriyet ideolojisinin baba/devlet anlayışının yerine yeni, özgül ve modern sayılan ağabey/devleti yerleştirdiği tezi işleniyordu. Gülsüm Ekinci’nin “ baris_ icin_vicdani_red” isimli internet grubuna gönderdiği Esra Gedik’e ait “Kadınlık ve Vicdani Red Üzerine Notlar” başlıklı yazısında da irdelenen bir konuydu bu: Cumhuriyet’ten sonra devletin “İslami” sayılan ataerkil karakterinin yerini Batılı ataerkillik almış, baba otoritesi ise bu durumda yerini ağabey otoritesine terk etmiştir. Modern dünyaya geçiş sırasında yapılan toplumsal sözleşmenin, aslında kardeşler arası (erkek kardeşler) bir ortaklık olduğu kanısına dayandırılır bu tez. Baba eski düzenin belli başlı özelliklerini temsil etmektedir: Hiyerarşi, değişmezlik ve mutlak hakimiyet. Babanın iktidarının ortadan kaldırılmasından sonra kurulan yeni ortaklık ise cinsiyet farklılığının kodlanmış anlamlarının bulanıklaştığı yeni bir dünya "tahayyülünü" kapsaması nedeniyle de otoriteleri dolayımlı olan ağabeylerle ilgili görülür.
“Sonuç olarak önceden sadece babanın erişimine izin olan mülkiyet, toprak ve kadın artık kardeşler arası eşit erişime izin vermektedir. Yani artık kadını tanımlamak ve üzerinde iktidar kurma hakkı yeni modern erkeklerindir” diye yazıyor Gedik.
Ağabey otoritesi veya dayağını yeni bir fenomene dönüştüren, kazandığı yeni hayat tarzına ilişkin telakki olmalı. O şiddetin kaynağını ve sebebini dinsel sebeplere dayandırmak kimseye yetmiyor artık; gardrop Batıcıları dışında. Kentsel dönüşüm projesinin bir inşa faaliyeti halinde kendini hissettirdiği mahallede yükselen çığlığın görünür sebebi, eski hayat tarzını korumakta direnen kadına ağabeyin attığı dayağın yol açtığı acıyı bütünleyen çaresizlik hissi. Gidecek hiçbir yer kalmadı, parsel parsel bölündü mahalle. Ağabey kendince haklı, mahalle halkının yaygın kanısı bu: Artık o eski bahçeli evde yaşamadığını kabullenmeli kızkardeş.
Ağabey kızkardeşine başka bir dille, beni mahallenin iftarın orucun dokularını derinlere uzanmayan kötülük lekelerinden arındırdığına inandıran diliyle niye seslenmiyor? Şiddetin dilinin cevapsızlığı niye kimseye hiçbir şey öğretmiyor, binlerce yıldan bu yana…
Yeni, daha kentli ve modern sayılan hayat tarzına direnen kadın, komşularınca “saf” ve “şaşkın” olarak nitelendiriliyor. Toprak zemine tutunmakta direten kadının çığlığıyla, mahallenin öteki yüzüne ilişkin büyüden, bir tarihe sahip olmakla ilgili güvenden uzak sahneler arka arkaya geçmeye başladı gözlerimin önünden. Önce önündeki sarmaşıkların kapatamaz olduğu,” en büyük burgere hazırlanmaya” çağıran yazı vardı. Başka şeyler de eksik değildi aslında. Attığım her adımda bana çarpan ilginç ayrıntılarıyla hikaye olmaya zorlanırken, masa başına geçtiğimde Dünya Bülteni yazısına dönüştü, mahallenin öteki yüzüne geçişin manzaraları. Ara sıra yazmaya devam edeceğim o ayrıntıları, kısmet olursa...