Dağdakilerin indirilmesi ile ilgili 'eve dönüş yasası' yeniden gündemde. Çıkarılacak yeni yasanın etkin ve verimli uygulanması merkez siyaseti nasıl etkiler, hepimizin merak konusu
Benim asıl merak ettiğim, tüm siyasetini dağa endekslemiş ve yaratılan dağ sembolizmi ile kendisi ovada siyaset üretemez hale gelmiş DTP'nin bu yasanın uygulanmasından nasıl etkileneceği. Bu sorunun cevabını almak için DTP'nin anlam dünyasına yakından bakmakta fayda var.
DTP'nin düzenlediği 'Artık Yeter' mitinginin olduğu gün Diyarbakır'daydım. Tıpkı Batman ve Van'da olduğu gibi Diyarbakır'da da mitinge katılım beklenenin çok altındaydı. Ünlü İstasyon Meydanı'nda yüz binlerin katılması hedeflenen mitingde resmî olmayan rakam yaklaşık on binlerdeydi. Mitingin yapıldığı saatlerde oraya çok yakın Ofis semtinde ise sokaklar tıklım tıklımdı. Bir arkadaşım, gösterilerden esirgenen ilgiyi, "İnsanlar 'kimlik ve siyasal onur' gibi motiflerle meydanlara toplanmıyorlar artık. 'Artık yeter!' diye seslenilen bir miting var ve gençler ya internet kafelerde sevgilileri ile chat yapıyor ya da pastanede flört ediyorlar. Diyarbakır değişiyor. Bu gençleri hiçbir güç o meydana götüremez artık." diyerek izah etti. Evet, Diyarbakır değişiyordu. Bu değişimin vitrini olan ilçenin belediye başkanına, "Büyümekte olan inşaatların, yükselen binaların, parkların, alışveriş merkezlerinin ve bowling salonlarının tüketicisi olan bu insanlara DTP ne vaat ediyor?" diye sordum. Sorudan rahatsız olduğunu gizlemeden, projelerinin Türkiye'ye model olabilecek nitelikte olduğunu söylemekle yetindi. 'Dağdakiler indirilsin, İmralı boşaltılsın' sloganına indirgenen politikalar dışında bir önerisini duymadığımız DTP, önümüzdeki yerel seçimlere hangi argümanlarla hazırlanacak ve tabanını nasıl koruyacak, herkes için merak konusu. Gerek belediye başkanının söyledikleri, gerekse diğer görüşmelerde edindiğim izlenim, yaklaşan tehlikenin, yani hızla taban kaybettiklerinin farkında olduklarını, bunun sancılarını yaşadıklarını kanıtlar nitelikteydi. Fakat ne yazık ki DTP içinde bu değişim sinyalini doğru algılayıp, doğru yönlendirecek herhangi bir iç mekanizma üretilebilmiş değil. Bugün merkez siyaseti tıkayabilecek, partilerinin Meclis'ten dışlanmasına sebep olabilecek türden bir siyaseti devamlı var eden DTP'nin şahin kanadının anlam dünyasına, algılamasına bakmak merkez siyasetteki belki de en önemli düğümü doğru yerinden tutmak anlamına gelebilir.
Görünen şu; Diyarbakır'da bambaşka bir zihinsel algı ve bu algıya eşlik eden bambaşka bir ruh hali siyaseti var ediyor. Ankara ve İstanbul'dan bakınca asla anlaşılamayacak olan bir siyaset bu. Bambaşka değerlerin öne çıktığı ve bu değerlerin kendi iç hiyerarşisini ürettiği bir siyasî atmosferden söz ediyorum. Şiddetle bağlantısı olmayan, kendi gündelik hayatında şiddete asla tolerans göstermeyen, son derece iyi niyetli pek çok kişi, hiç farkında olmadan şiddetin bir parçası, hatta destekçisi haline gelebiliyor orada.
Diyarbakırlı pek çok insan için PKK bir sonuç. Var olan sorunun ürettiği bir sonuç. Kürtlerin hakları için silahı çözüm gören, buna zorlanan bir siyasal yapı PKK. Silah işin sadece bir yanı... Hızla çözülmesi gereken küçük bir ayrıntı... Yaklaşık iki milyon seçmeni olan, uluslararası kurumları olan siyasal bir yapılanmadan söz ediyorlar. Şiddet, sorun görünen küçük bir kısmını oluşturuyor onlar için. Üstelik Diyarbakır'dan bakınca terörün tanımı da değişiyor. Terör herhangi bir siyasal hedef gütmeden amaçsız yapılan bir şiddet onlara göre. Halbuki burada siyasal bir hedef var. Tıpkı İrlanda ve İspanya örneklerinde olduğu gibi... Konuştuğum bir DTP'li, söylediklerini temellendirmek için şunu söyledi: "Çocukları dağda olan ailelerin oyu ile partimiz Meclis'e taşındı, o insanların çocuklarına terörist dememizin bizden beklenmesi haksızlık." Çocukları dağa Kürtlük onurunu yüceltmek için çıktılar, masumların canına kastetmek için değil. Ayrıca çocukları dağda olan aileler, çözüm yaratmaları, çocuklarını dağdan indirmeleri için DTP'yi Meclis'e gönderdiklerini söylüyorlar. Parti içi hiyerarşide etkili olan değer oluşumunu anlamamız için en önemli ipuçlarını bu sözler içeriyor. Yaklaşık otuz yıldır süren bir mücadelenin hangi aşamasında kim ne bedel ödemiş, bunların hepsi hiyerarşideki rolleri belirliyor. Mesela C çıkışlılar diye bir kategori var. İmralı'nın da işaret ettiği gerek yerel yönetimlerde gerekse parti içi siyasette öncelik C (cezaevi) çıkışlılara ve çocukları dağda olan ailelere veriliyor. Yani bir kan bedeli var. Değer olarak kimin ne kadar kurban verdiği, hayatını ne ölçüde vakfettiği liyakat sisteminin temelini oluşturuyor. Öyle olunca parti içinde her ne kadar büyük değişim talepleri olsa da, bu talepler birleşip var olan bedel hiyerarşisini aşıp demokratik bir mekanizma üretemiyor. Ayrıca parti yapılanmasına hâkim olan ideoloji fazlasıyla Stalinist olduğu için bu mantığı devamlı üretiyor. Bu mantığın yani kan siyasetinin nasıl aşılabileceği sorusunu sorduğum aynı siyasetçi 'Mutlak şiddetsizlik bir felsefe olabilir; ama biz siyaset yapıyoruz, felsefe değil.' dedi. Gandi örneğini verdiğimde Ortadoğu gerçeklerinden söz etti. 'Hindistan daha mı az sorunlu bir coğrafyaydı?' dediğimde cevap vermek yerine susmayı tercih etti.
Var olan şiddeti rasyonalize etmenin terminolojisi de hazır zihinlerde. Pek çok kişi; uygulanan şiddetin masumların hayatına yöneltilen bir şiddet olduğuna inanmıyor. 'PKK, hiç çocuk öldürmedi' diyorlar mesela. Var olan ölümlerin çoğunun sebebi kontrgerilla ve korucu terörü. Öcalan, eline asla silah almadığı için saygıyı hak eden bir siyasî liderdi onlara göre. Bir örnek verelim; mesela Diyarbakır koşu yolunda bir bomba patladığında Diyarbakırlı pek çok kimsenin gözünde o bombayı derin devletin beslediği bazı güçler Kürtlere zarar vermek için koyuyor ve masum insanları katlediyorlar. Sorunu çözmek için sadece elinde silah olan teröristi değil, zemini de tanımak zorundayız. Hangi sosyolojinin nasıl düşünceler ürettiğini ve bu düşüncelerin siyasete hangi argümanlarla dahil olduğunu anlamak zorundayız. Batman Belediye Başkanı Hüseyin Kalkan'ın, 'Dağda yaşayan insanımız ülkenin en onurlu insanıdır.' cümlesinde ifade ettiği bir algı uçurumu var arada. Sorunun taraflarının gözünde nasıl algılandığına derinden bakmanın en önemli argümanlarından biri, sözü edilen onur meselesi. Milyonlarca insanı bir davanın ve onun silahlı savunucusunun peşinden koşturan kavram bu onur meselesi çünkü. Yani DTP'ye oy veren ortalama bir Kürt'ün zihin dünyasında dağda olmak özgürleşmenin, onurun simgesi. O bilinen tavırla ovada kalmış olmak, işbirliğinin değilse de iyi ihtimalle cesaretsizliğin sembolü. Kendi iç retoriklerinde bolca kullandıkları iki kavram "özgürleşmek" ve "köleleşmek" olan bir siyasal hareketin dağdakilere biçtiği özgürleşmiş, kendini geçekleştirmiş bireyinin karşısına koyduğu geride kalanlar köleleşmiş, boyun eğmiş yığınları temsil ediyorlar. Öcalan'ın defalarca yazıp söylediği gibi: 'Her Kürt ailesinden bir şehit istiyorum, Kürt tarihi kirli bir tarihtir ve bu tarih ancak kanla temizlenir. Milyonlarca Kürt'ün ölümü pahasına olsa da bu tarihin temizlenmesi gerekir.'
DTP'nin yasal ve Meclis'te grubu olan bir parti olarak dağdakiler ve İmralı'ya mesafe koyması ve kendini ayrıştırması gerekir, doğru. Ama sosyoloji bu kadar basit ayrışmaların alanı olamıyor ne yazık ki. Kamuoyunun gözünde önce silahlar susacak, terör bitecek, öyle Kürtlerin hakları konuşulacak. Kürtlerin gözünde de önce dağdakiler inecek, kan durdurulacak. Kilit yine aynı... Öyle olunca da batıdaki, dağda elinde silahla dolaşan gençleri cani diye tanımlarken, ovadaki Kürt, dağdaki gençleri özgürlük mücadelesinde bedel ödemiş, ödemekte olan olarak görüyor ve bu ödenen bedelin bir siyasal karşılığı olmalı diye düşünüyor. Yoksa onca ölüm neden yaşanmış olsun? '30.000 insan öldü. Bunların 25.000'i bizim evladımızdı. Bunun bir bedeli olmayacak mı? Bu insanlar boşuna mı öldüler, hayatları söndü?' diye soruyor bir siyasetçi. Ben 'Mantığını böyle kurarsan bu bedel psikolojisinin üreteceği tek mekanizma bedel ödemeyi devam ettirmek olacaktır.' dediğimde susuyor. Vicdanın bedeli siyasetin bedelinden yüksek geliyor belli ki...
Kaynak: Zaman