Sanıyoruz ki bir cümle kurulduktan sonra bilinçlerde bir karşılık buluyor ve artık o cümleden sonrakine geçebiliriz. Hayır, öyle olmuyor. Kuşaklar arasında konuşmalar sürdürülmediği takdirde bir anlayışsızlık veya yanlış anlama duvarı yükseliyor hemen. Bunun en yaygın örneklerinden biri Müslüman kadınların kamusal alanla ilişkisi. Bu ilişkiyi konuşurken konu hemen kadın-erkek ilişkilerine sıçrıyor. Kadınların çalışma hayatına atılması tuhaf bir sapma, modern bir heves olarak açıklanıyor. “Çalışan kadın” denildiğinde sabahın köründe yollara düşen ve insanlık dışı şartlar altında ailenin geçimine katkıda bulunmaya çalışan işçi kadınlar hatırlanmıyor da çoğu kez birer ekran simülasyonu olmaktan öte gidemeyecek dizi hikayelerinin “prezentabl”, tozsuz kirsiz kırışıksız iş kadınlarından hareketle mesele bir kaprise indirgeniyor. Oysa ne tek tip kadınlık var ne de tek tip çalışma hayatı.

Kadın emeği etrafındaki mülahazalar şimdiki zamanın okumasını yapmanın uzağında bir ahkamla sınırlı kaldığı ölçüde, bu konu üzerine konuşmalar da kendini tekrar eden monologlar düzeyinde seyrediyor.

Kimi kadınlar neredeyse binlerce yıldır ev dışı üretimlerini sürdürüyorlar. Kimi kadınlar şimdilerde teknolojinin sağladığı kolaylıklarla evden çıkıp trafiğe karışmama lüksüne sahip olarak bir kamusal varlık geliştiriyorlar. Birçok kadın günümüzde evinde fason üretim zincirine katılarak aile bütçesine katkıda bulunmaya çalışıyor. Küçük ev mekânı mecburiyetten atölyeye, büroya dönüşüyor. Aynı işi izbe mekanlarda yapmaya mecbur kadınların varlığını kim yadsıyabilir? Etrafımızdaki kadınların tamamı çekirdek ailenin konforu içinde yaşama şansına sahip mi? Beri taraftan kimi kadınları da o şekilde ekran seyirciliğiyle sınırlanmaya zorlayan bir hayat rahatsız edebilir.

“Beynine hava gitmiyor sanırım” demişti bir memure birkaç yıl önce, bana bu bağlamda mesaj yazan bir okuyucuma, fazla bulduğu bir soru karşısında. Başörtülü kadınların vesayet edilebilir, ağızsız dilsiz ya da cümlelerinin geçerliği olmayan kişilikler sayılmasının bir sebebi açık ki kamusal söylemlerden uzak tutulmaları. Mümin kadınlar evlere çekildiğinde mümin erkeklerin kamusal dili kimlerle paylaştığı sorusu var bir de. Şimdi söz konusu olan akli ve sanatsal yeteneklerle ilgili daha geniş kapsamlı ve yasaklı yılları telafiye dönük bir katılım. Siz karışmazsanız topluma, emeğine eneğiniz karışmazsa insanların, değerli ilkelerinizi ve önemli eleştirilerinizi kime, nasıl duyuracaksınız? Bir kez daha çözümün “ekran”a havale edildiğini duyar gibiyim. Beri taraftan evler küçülerek üretken anlamlarından uzaklaşırken mahremiyet hakkı bile Beatriz Colomina’nın ifadesiyle artık bir resimde, bir ekranda görünmeme hakkı halini almıştır.

“Kadının çalışması” tartışmalarında açık örtük başörtülü kadının vasıfsız sayılan işçilik alanlarında değil de zihni bir çaba, geliştirilmesi gereken özel bir beceri gerektiren alanlarda varlık göstermesidir asıl problemli sayılan. Ne de olsa nitelik gerektirmediği düşünülen alanlarda kadınlar her zaman çalıştılar, mecburen çalışmayı sürdürdüler.

Kamusal dil ortaklığından yoksunlukla gelen anlaşmazlıklar

Kadınların çalışma hayatı konusundaki indirgemeci bakışların mütedeyyin genç kuşak kadınlarda ve erkeklerde bulduğu başka türlü bir yankı var artık. Benim kuşağım Müslüman kadın ve erkek arasında baskın olan vesayet ilişkisi mantığını velayet ilişkisi düzleminde konuşmak için çok çaba gösterdi. Ancak geçen yıllar içinde bütün o tartışmalar hiç yapılmamış gibi kadın erkek ilişkilerini ve kadın meselelerini son tahlilde vesayet mantığıyla yorumlamanın sürmesi ve bunun pratiğe yansıyan tuhaf muameleleri genç kuşağın da sorunları vesayete itiraz eden protest bir dille konuşması gibi bir sonuç ortaya koyuyor.

Saygıdeğer bir hocamız bütün kadınlar laf olsun diye çalışmak istermiş gibi kadınların çalışmasının erkekleri nasıl mutsuz ettiği üzerine açıklamalar yaptı yenilerde. Bir diğer saygıdeğer hocamız hamile kadınların sokakta yürümelerini eleştirirken araba ile ulaşılacak bahçelerden söz ediyordu. Gelgelelim bu ülkede metro ve otobüse binerek iş yerine ulaşmaya çalışan yüz binlerce kadının geçim mücadelesi somut bir gerçeklik. Bu kadınların çoğu da kendilerini daha mutlu edecek, yol kahrı çekmelerini gerektirmeyen işlerde çalışmak isterdi. Aralarında kimileri belki gizli işsiz, kimileri ola ki evde ruhu daraldığı için çalışmaya çalışıyor. Bunun bir kendini anlamlı hissetme arayışı, bir geleceğe dönük güvensizlik meselesi olmasının tek sorumlusu kadınlar mıdır? Evlerin, modern şehirlerin, “saygın kadın” algılarını üreten ve dolaşıma sokan kültürün, kadını “kaşık düşmanı” saydıran bakış açısının, ev içi emeğini gözden düşürerek “ev kadınlığı”nı asalaklıkla bir tutan tavır ve söylemlerin sorgulanması daha mı az önemsiz? Ne yazık ki önemli toplumsal meselelerin sebepler değil sonuçlar üzerinden tartışılması, meseleleri doğru okumanın önüne sürekli yeni perdeler geriyor.

Bu tespitlerimi hayatın işe dönüştüğü post-fordist üretim devrinde hayli irtifa kaybeden “değerli olan ücretli iş/emek” olgusu üzerinden değil, toplumsal başarı ölçülerinin elbette “fıtrat”ı zorlayan, zora koşan baskısı üzerinden yaptığımı belirtmeliyim. Bana kalırsa kadın-erkek beraberce ve ister istemez bir kamusal alan y/alanını düzeltmeye dönük öldürücü bir faaliyet içindeler, kimileri açık/örtük bir dönüşüm gerçekleştirme umuduyla sürdürüyor bu çabayı. Değerli işin ise mekânı yok; o kişinin ihlâsı ve gayretiyle/çabasıyla/sa’yi ile var ettiği bir eser. Dolayısıyla işin değeri sadece helalinden kazanç getiren herhangi bir işe sahip olmakla sağlanmıyor olsa gerek. Bununla birlikte açık ki severek yaptığımız iş bakışımızı güzelleştirirken, severek değilse de doğru bir amaç için ve layıkıyla yaptığımız işle de olgunlaşırız. Sahip olunan iş gerçekten değerli mi, anlamlı mı? Daha da önemlisi o iş her ne ise onu layıkıyla icra edebiliyor muyuz? Ev üzerinden çalışmak mı dediniz? Artık hayatın bürokratize olduğu zamanlarda “ofis ev” diye bir uygulama var, ama daha ziyade seçkin kesimlerin yararlandığı bir yol yordam bu.

Ofis evleri ve başka mekânları temizleyerek evine ekmek götüren işçi kadınlar mı? Ranciere’nin Filozof ve Yoksulları’nda hatırlattığı gibi: Onların bu tartışmalara kulak verecek kadar vakti yok. Evlerine vardıklarında mutfak işlerini de yaptılar ve yorgunluktan ölmek üzereler.

Kadın meseleleri ve benzeri toplumsal eleştiriler konusunda ne yazık ki meramımızı aşan yorumların dolayısıyla da yanlış anlaşılmaya açık ifadelerin sebebi, kamusal meseleleri konuşurken bir türlü mutedil olmayı başaramayan dilimizden kaynaklanan zaaflar. Bu kamusal dil konusundaki özen, İslâm’ı beyan etme “işi” ile öne çıkan davet ve tebliğ ehli için herhangi bir okur-yazara göre çok daha önemli olsa gerek.

Velayet ilişkisi açısından bakma sorumluluğu

Soru özlü olarak şöyle özetlenebilir: Günümüz kadını ev hayatında mı kendini iyi hissediyor, kamusal alandaki varoluşlarda mı, yoksa bütün bunların dışında bir huzur/ mutluluk hatta rıza tanımının eksikliği midir, bu meseledeki tartışmalardan bir netice elde edilememesinin sebebi… Esasında mesele öncelikle Müslüman kadını velayet olgusunu göz ardı etme pahasına yakınındaki bir erkeğe tabi olarak tanımlamayı öne çıkaran yaklaşımın kısıtlayıcılığında düğümleniyor. Çünkü kadın eğer kamusal konularda mümin erkekler gibi fikir sahibi sayılacak bir yetkinlikte görülseydi, eviyle kamusal alan arasında nasıl bir vakarı olması gerektiğine karar verebileceği bir konuma da yakıştırılırdı. Aksi takdirde zayıf düşmesine seyirci kalınan, soyut planda da yüksek değerler yüklenen muhayyel bir güç kaynağıdır kadın; bu çelişkiyi kurcalayanlarsa, kadın veya erkek olsunlar, gerginlik yaratan başıbozuklardır olsa olsa. Muhafazakâr hissiyat açısından profilinde meydana gelen değişimle daüssıla acısını andıran bir acı yaşatan ideal (dindar) kadın, aynı zamanda modernizmin tahripkâr talepleri karşısında başka olmayı mümkün kılacak gücün ve yeteneğin, donanım ve iradenin başlıca sahibi sayılır. Oysa İslami ahlak kadına ayrı erkeğe de ayrı sorumluluklar yüklüyor değil.

Bu bağlamda (pozitivist) modernistlerin kadın konusunda başka türlü bir vesayetçiliğin ifadesi olan toptancı yaklaşımı da öteki uçtaki tezleriyle bir başka aşırılığın ifadesi oluyor. Pozitivist modernistlerin ev işini ve anneliği değersizleştiren, başarı ve mutluluğu bir yarış ve rekabetin kısır döngüsüne bağlayan yaklaşımları çalışma hayatını erkeklerin iş hayatı üzerinden ölçüp biçen kıstaslarla kadınlar üzerinden bir baksı oluşturuyor.

Yeni gelenekselci veya muhafazakâr Müslüman düşünürlerle birlikte modernistlerin de üretim ve çalışma hayatındaki öznellikleri hesaba katmaktan uzak, apaçık vesayetçi bir dille mütedeyyin kadını kendi hayatıyla ilgili karar veremez bir duruma, en yakınındaki erkeğin tanımladığı bir konuma yerleştirerek yaptığı genellemeler bu çerçevedeki sorunları mutedil, gerçekçi, aynı zamanda da insaflı cevapların üretilmesine izin vermeyen bir boşluğa savuruyor.

Ayrıntılara girmeden yapılan “evdeki kadın” yüceltmesinin ev ortamında çalışma şartlarını zorlayarak tüketen kadına gösterdiği nihai yer ise depresyonu ötelemek üzere çare olur diye vitrin ve ekran seyirciliği. Kötü iş şartlarını hayattan bezdiren adaletsiz iş düzenlerini ve yıkıcı gelir uçurumlarını eleştirmek gerekir oysa, maddi ve manevi sebeplerle ister istemez evinden uzakta çalışmaya mecbur kalan kadınları değil. Ancak sanırım mesele biraz da geleneğin ve modernitenin kadını kendi adına konuşamaz hale getiren, dilsiz kılan yapısında.

Eşitlik ve adalet kıstaslarıyla sorunları şaşırtmak

Herhangi bir toplumsal olgunun siyasal gerilim bağlamında süren tartışmalar sırasında çığırından çıkarılması, önemli sorunlar etrafındaki kavramların yerli yerince anlaşılmasına her zaman yardımcı olmuyor. Eşitlik ve farklılık olgularının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “kadın erkek eşit olamaz” söylemiyle ve “fıtrat” okumalarıyla konuşulması sanırım bu alandaki kafa karışıklığının sürdüğü anlamına geliyor. Gannuşi’nin “Kur’an ve Yaşam Arasında Kadın” kitabında dile getirdiği eleştiri doğrusu çok önemli: Eğitim alanında ihmal edilen kadınların farklılığı an geliyor, meydana gelen zayıflama yüzünden bir toplumsal geri çekilme sebebi olarak öne sürülüyor. (Mana Yayınları, sf. 120)

Bu konularda konuşurken çoğu kez kelimeleri aynı anlamda kullanmadığımız için de görüş ayrılıklarına düştüğümüz oluyor. KADEM tarafında Kadım ayı sonlarında gerçekleştirilen “Kadın ve Adalet Zirvesi”nde konuşmacılar arasındaydım. Bulunduğum oturumda eşitlik-farklılık tartışmaları irdelendi. Nazife Şişman, cinsiyet eşitliğinin hazır cevapları olan bir konu, adalet ve eşitliğin kıyaslanabilir kıstaslar olmadığını dile getirdi. Müslüman kadınlar üzerine kitapları olan Amerikalı Profesör Margot Badran aile rollerinin tamamlayıcılığının modern bir iddia olduğunu anlattı.

Kur'an’da kadın ve erkeğin birbirleri üzerindeki hak ve sorumlulukları “eşit insan” anlayışını derinleştirmek üzere vurgulanıyor. Kendi zamanı içinde bir devrim; Germaine Tillion böyle söylerdi. Bakara Suresi’nde şu şekilde ifadesini buluyor bu devrim: "Kadınların kocaları üzerindeki hakları, kocaların onlar üzerindeki haklarına eşittir."(2.228) Ayetin devamı ise şöyle: "Ancak erkekler, bu konuda kadınlar üzerine bir derece öncelik sahibidirler."

Bu ayetlere, kadınların sosyal hayatının evde, üretimleri de ev hayatının sınırları içinde tanımlanırken her zaman atıfta bulunulur.

Mustafa İslamoğlu’na “Kadın erkek eşitliği” başlıklı yazısında yer verdiği, alıntıladığımız ayetlerin alışılmışın ötesine geçen şu yorumu için teşekkür etmek gerek: “Doğrusu, eşitlik oran eşitliği değil Kur'anî terimle "kıst" eşitliğidir ve adil olan da budur. Ne kadar sorumluluk o kadar hak, ne kadar hak o kadar sorumluluk… Ayeti çala kalem ‘Erkekler kadınlardan bir derece üstündürler’ diye çevirmedim. Çünkü ayet boşanmış ailelerle ilgilidir. Boşayan koca süreç içerisinde geri dönmek istese de, kadının kocasının bu talebini reddetme hakkı vardır.Fakat ortada çocuk da varsa, boşanmanın iptali konusunda kocaya rüçhan hakkı tanınmıştır ki, bu da kocaya ait olan nafaka sorumluluğunun getirdiği adil bir haktır.”

Meseleyi fıtrat üzerinden okursak da buradan velayet ilişkisi gibi “neşeli üretkenlik” olgusuna da ulaşırız. Fıtratımız, “eser” kurmaya sevk eder bizi; iz bırakmak isteriz, anlamlı, insanlığımıza, yaradılışımıza ilişkin şükrümüze layık bir iz. Metin Önal Mengüşoğlu Necm 39’a atıfta bulunuyordu: “(İnsan) sadece elinin emeğinin karşılığını Allah’tan görecektir. “ Beşerin insan haline gelmesini çeşitli biçim ve boyutlarda eser üretme yeteneği ve başarısına bağlıyor Mengüşoğlu. Söz konusu olan “insan”dır, tek başına kadın veya erkek değil.

Araçlar değişirken yeniden tanımlanan “emek”

Keşke bütün kadınlar ve erkekler fıtratlarına uygun işlerde ve neşe içinde çalışsa! Her iki cins de ekmek parası için fıtratı zorlayan işlerde ömür tüketebiliyor. Helal kazanç için dökülen ter her türlü takdirin üstünde elbet. Kadın ve Adalet Zirvesi konuşmamda velayet ilişkisini vesayet ilişkisine dönüştürmede etkili olan yabancılaşmanın şimdilerde daha yoğun olarak bir adsızlaştırılma ve “marka” değeri üzerinden görme meselesi olduğunu anlattım. Her değeri marka üzerinden yeniden paketleme hırsıyla kaplanmayan bir yürek, bir bilinç kalmayacak neredeyse!

Markaların tahakkümü arttıkça, gezegenimizdeki adsızlar ordusu büyüyor. Sığınılan çatılar üşüme hissini azaltmıyor, tersine cümleler giderek daha öfkeli, hırçın, saldırgan ve umuttan yoksun. Kendini ve dünyadaki konumunu “öteki” bildiği üzerinden tanımlamak en kestirme mücadele yolu. Bir ad/adlandırma/adsızlık/adına layık olma çabasındaki kusur ve zaaflar, genç Müslümanlar için yeni adlar aramanın kaynağına dönüşüyor. Kamusal haksızlıklar gençlerdeki “hiçbir şey olma” korkusunu çoğaltıyor. Kadınları baskı altında tutan başarı mitleri, hırsları olduğu kadar öfkeleri de biliyor. Bir sebeple korunma arzusu kimilerini yüksek duvarların gerisine çekilmeye sevk ediyor.

Kamusal bir dilden, zamanını idrak eden bir tebliğ dilinden yoksunluğumuz, sahip olduğumuz insanlığa ait hazineyi kıskanç bir dille, bazen de bağnazca kendimizde saklı tutmamız gibi bir sonuç veriyor.

Kur’an, “Hayat Kitabı”dır, öyle biliyoruz. Ve bu “Hayat Kitabı” hayatı çok yönlü fark ederek okunduğunda doğru anlaşılıyor olsa gerek. “Kadının çalışması” hatta kamusal varlığı ve bu varlığı edinme dili üzerine dahi şimdiki zamanın geçinme/geçindirilme sorunları üzerine ayrıntılı düşünülmediği izlenimi veren yargılar, hayatı şimdiki zamanın talepleri üzerinden okumakta sınırlı kaldığı ölçüde tipik vesayet ahkamını tekrarlamaktan öte gidemiyor. Nasıl geçiyordu ayette: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği kişiler bunlardır. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Adımız, aynı zamanda eserimiz; bunun tam tersi de doğru. Velayet ilişkisi duyarlığı dilimize layıkıyla yansımadığı takdirde bulduğu karşılıklardan biri farklı ad ve ibarelere dönük bir arayış olacaktır. Üstelik mahremiyetin kamusal alanı kuşattığı, Baumann’ın ifadesiyle “sömürgeleştirdiği” zamanlardayız. Genç kuşak başörtülü kadınlar, neredeyse kırk yıldır bir önceki kuşağın yaşadığına tanık oldukları ve kendilerinin de devraldığı zorunlu kamusal alan mücadelesi sürecinde yaşadıkları yalnızlık ve hayal kırıklıkları nedeniyle karşılaştıkları olayları ve içine katıldıkları tartışmalı yargıları öfkeli bir sorgulamayla değerlendirmeye yatkınlar. Modern dünyada her şey değişirken Müslüman kadının değişmeyen bir sabite olarak tarifi ve bununla gelen beklentiler bu kuşağın genç kadınlarının dilinde bazen kayıtsızlık, bazen de ironi halinde bir sorgulamayla karşılık buluyor. İsmail Kara 1993’de İzlenim dergisinde yer alan bir yazısında yaşanan tanımsızlık karmaşasını başka bir şekilde okumaya çalışmıştı. Kara’ya göre erkeklerin “kahramanlık, yiğitlik, velilik, şehitlik, hamiyet, tahammül “gibi yaradılışına, yani “fıtratına” uygun özelliklerinin yerini modern zamanlarda “iş bitiricilik, iş kotarıcılık, beceriklilik, pratiklik…” gibi daha çok kadınların fıtratıyla ilişkilendirilen nitelikler almaya başlamıştır. Bu nitelik dağılmasının empati yeteneğinin gelişmesine bir katkısı olduğu söylenebilseydi keşke.

Çekirdek aile kurumuna yaşanılan mekânın sorunlarıyla birlikte yöneltilen eleştiride kadının başlıca sorunlu olarak görülmesi ve insaflı ne de gerçekçi. “Fıtratımız” asli ihtiyaçlarını görmezden gelme, yok sayma, temayüllerini katı paketlerle adlandırma ve tanımlama tavrı karşısında direnmeye çağırır, itiraz etmek ister, engellendiğinde yozlaşmaya açılır veya kireçlenmeye başlar.

Velayet dili yerine öne sürülen ve karşısında düşünen bir akıl, duyan bir yürek görmekten uzak duran soğuk vesayet dili, karşı cinsle konuşmalarda araya adeta elektrikli bir duvar örülmesi gibi bir sonuca yol açıyor. İnsan o duvarın iki tarafı da çarpıp kül edeceği hissine kapılıyor, öylesine gerilimli. Uzak bahçelerde gezinen “Mona Roza”, kadın şairlerin dizelerinde dikenleri benliğe yönelen bir kaktüse dönüşüyor.Değerli iş, varlığımızı geliştiren faaliyet, zorunlu olduğumuz çalışma, peşinde olduğumuz helal ekmeği bize sunacak fırın, mekan ve uzam olarak bir karışma yaşıyor. Sayıları yüz milyonlarla ifade edilen kadın ve erkek, görkemli “küresel ekonomi” başlığı altında, yerel zorbalıklarla pekiştirilen öldürücü iş ortamlarına terk edilmiş durumda.

Her zaman dile getirdiğim bir görüş var, Mohja Kahf’ın değerli kitabı “Batı Edebiyatında Müslüman Kadın İmajı” üzerinden bir kez daha vurgulamak istiyorum: Çekirdek ailede bir mücevher gibi korunan, gizli bahçelerde gezinen rüya kadını, bir Jean-Jacques Rousseau tasavvurudur.

Ne evler eski evler, ne üretim ilişkileri hatta araçları geçmiştekini tekrar ediyor. Maddi olmayan emeğin (düşünsel, bilimsel, bilişsel, ilişkisel, iletişimsel, duygusal vs…) oluşturduğu hegemonyadan söz ediyor Negri. Diğer taraftan kadın emeğinin geleneksel biçimleri olarak görülen ev işleri, bakıcılık, duygusal emek vs. gibi iş alanları giderek emeğin genel örgütlenme sistemine dahil ediliyor ve bariz bir verimlilik artışı kaydediliyor. Emek alanı bugüne kadar dışlanmış olanlara doğru genişlerken değerlendirmeler de bugüne değin üretken görülmeyen alanlara kayıyor. Bu açıdan kadın emeğinin genel emek alanını kadınlaştırılmasından değil, değerlendirme mekanlarındaki değişmeden söz etmek gerekiyor. Hizmet sektöründe emeğin örgütlenmesi ve ekonomisi maddi olmayan emeğin hegemonyasını geri dönülmez biçimde bütün üretim senaryolarına yayıyor. (Porselen Yapımı, sf. 74, 27, Monokl, tercüme: Elyesa Koytak.) Klasik emek-değer yasasıyla açıklanamayan yeni birikim ve sömürü biçimleri layıkıyla konuşulmadan kadın-ev-çalışma hayatı bağlamında yapılacak eleştiri hayatın talepleri kadar eleştirilerini de yansıtmaktan uzak kalacaktır.

Kadının çalışması denildiğinde akla gelen tek fotoğraf üzerinden konuşulması sorunu doğru okuma önünde en büyük engellerden biri. “Huzur Sokağımız”ı kendi ellerimizle mahalleleri yıkıp da yerlerine rezidanslar dikerek koruyacağımızı, mahremiyetimizi ise yüksek duvarlarla görünmez ve güvenlikli kılınan evlerin içlerine yerleştirilen dev ekranların seyirciliğiyle aşacağımızı umuyor olamayız.

Kur’an’ın somut kadınını sorunlarımızı ciddi olarak görme korkusu nedeniyle soyutlaştırarak, uzak bahçelerde gezinmesi gereken düşsel varlıklara dönüştürmek suretiyle ortak bir dil oluşturmayı başaramıyoruz. Gannuşi’nin “yukarıda değindiğim kitabında irdelediği gibi, çözümün vesayet diliyle sağlanacağı da umulamaz. Ve elbette kadın erkek ilişkilerini veya sadece kadının kamusal alandaki konumunu yorumlarken alışılmış olanın üstüne hakikat ve gerçek hayat bağlantısı adına sarsıcı, anlamlı bir şeyler koyarak statükoyu anlamlı bir şekilde dönüştürebiliriz.