Geçen hafta sonunda Fatih'te 'Kitap Rengi" isimli kitap salonunda son romanım "Seni Dinleyen Biri" üzerine bir değerlendirme toplantısına katıldım. Erzurum'dan, Konya'dan gelen öğrenciler ve benzeri toplantılarda beni yalnız bırakmayan dostların katıldığı bir Temmuz ayı kültür programıydı bu. Sıcak, samimi bir sohbet havası üzerine konuştuk, romanım üzerine. Konuşma zaman zaman romanımın hikayesinin geçtiği 80'li yıllarda İslamcıların yaşadıkları tecrübelere kaydı. Yasemin Çoban, Ayla Kerimoğlu, Ayşe Sula, Çağlayan ve Fatma Ömerustaoğlu 80'li yıllara ilişkin analizlerde bulundular. Ben daha ziyade romanımda kullandığım metaforlar üzerine konuştum. "Dinlemek", bu metaforlardan ilkiydi doğal olarak.

Böylelikle şu sorulara açıldı konuşma: 

Türkiye toplumu, birbirini dinleyen bir toplum mu?

Dindarlar birbirini dinliyor mu?

Cemaatler arası bir dinlemeden söz edilebilir mi?

Eşlerden hangisidir daha çok dinleyen?

Aşıklar birbirini dinler mi?

Eğer sözlerinin dinlendiği bir hayat sürdürseydi, bir yazar yazmaya yönelir miydi? 

Bu başlıkların her birine toplantıda cevap bulabildiğimizi söyleyemem. Üzerinde durduğum konu daha ziyade, 80'li yılların İslamcılığının aktörlerinin, seslerini duyurma ihtiyacı nedeniyle kültürel alanda etkinlik kazanmaları oldu. Sözlerine kulak verilmesi bir yana, görülmek bile istenmeyen, görmezden gelinen, nâmevcutlarmış gibi bakılan bir kesimdi başörtülüler. Böyle bir tecrübenin onların madun ve mustazafları dinleme konusunda duyarlı kıldığı söylenebilir pekala.

Toplantının sonunda edebiyat öğretmeni Çağlayan Ömerustaoğlu, romanım üzerine bir analiz yaptı.

Değerlendirmeler sırasında modernizm ve teknoloji, en çok tartışılan iki başlık olarak öne çıktı. 

Öteki tartışma başlıklarından bazıları şunlar: Devletin yapısı, halkçılık, devrimcilik, evrensel değerler, ümmilik, Osmanlı bakiyesi sayılan mazlum müslüman toplumlar, biat, bidat, vesayet, demokrasi, şirk, sanat ve edebiyat, Müslüman kadının hak ve vazifeleri, çok evlilik, tesettürün şekli, teknoloji…

80'li yıllar İslamcılığı bir açıdan kadını islami harekette erkeğin yol arkadaşı olarak gördüğü için, onu hayatın içine çağıran paylaşımcı bir ses tonuna sahip olmuştur. Diğer taraftan, kaynaklara dönüş yolculuklarının ortaya koyduğu sonuçlardan biri olarak ileri sürülür, kadının kendini bir şekilde görünmez kılması şartı. Sokaklara az çıkacaksın, çıktığın kadarıyla da mümkün olduğu kadar görünmez olacaksın… 80'li yıllarda kimi kadınlar sokağa çıkmanın yolunu kendilerini olabildiği kadar kaybeden ve çirkinleştiren giysiler giymekte bulmuşlardı. Unkapanı piyasasının kadınlara sunduğu bir giysi modeli vardı. "Abaye" olarak isimlendirilen bu giysi modeli, tesettürü sağlayan tek giysi biçimi olarak görülüyordu.

Kadınlar deneme yanılma yoluyla geçen yıllar içinde tesettürlü giyim alanında kendilerini daha rahat hissettikleri bir tarz edinmeye çalıştılar.

Kimileri giysi alanında bir çemberin etrafında dolandı sanki. Mazbut ve sade, bununla birlikte kişisel zevklerini yansıtan giysilere yöneldiler. Varoş alanlarının genişlemesinin de etkisiyle tesettürlüler artış gösterdikçe, bir çeşitlenme çıktı ortaya. Bu çeşitlenme bazen yozlaşma göstergesi sayılan lümpen ya da artistik örtünme denemelerini de içine aldı. Başı örtülü, fakat samur kürk giymekten kaçınmayan tesettürlülere, başı örtülü fakat suni timsah derisinden, moda olduğu haliyle olabildiğince uzun ve sivri uçlu ayakkabılar giyinmekten rahatsız olmayan genç kızlar da eklendi.

Dindar kadınların giyim ve tüketim alışkanlıklarında meydana gelen değişme, müslüman cemaatlerde büyük bir yozlaşmanın, kopmanın alameti olarak değerlendirilir genellikle.

Çünkü müslüman toplumlar neredeyse iki yüz yıldır modernleşmeyi kadınlar üzerinden tartışmaya devam ediyorlar. Dindar insanlar ise, modern dünyada pek çok güncel alışkanlık değişme gösterse bile, kadının yaşantı tarzını,  İslam toplumlarının bekasını temsil eden bir sabite halinde sürdürmekle görevli olduğunu düşünmeye yatkınlar. Bunun başlıca nedeni, kadın varlığına gösterilen kısmen soyut saygı. Kadınlar konusunda içine düşülen hayal kırıklığı, bu saygının soyutluğu oranında hırpalayıcı oluyor.

İslami kesimde sanki son yıllarda belirginleşen ve çoğunlukla AK Parti'nin iktidara geçme süreciyle ilişkilendirilen bir teşrifat eğiliminin kadınların tesettürü üzerinden tartışılması devam ediyor.

80'li yıllarda ise teknoloji tartışmaları kadınların tüketim alışkanlıkları ve eşya kullanımları üzerinden tartışılırdı.

Mesela bir erkeğin bilgisayar kullanması ya da uçakla yolculuk yapması değil de, bir kadının çamaşır makinesi kullanması , felakete (kıyamete) götüren bir bozulma göstergesi olarak okunurdu. Kadınlar, "Bulaşık ve çamaşır da yıkamayacaksan, sen de kadından mı sayıyorsun kendini?" şeklindeki sorulara muhatap olurlardı.

Genel olarak çekirdek ailenin hayat tarzının ifadesi olan eşya kullanımlarına karşı bir tepki vardı. Bütün evlerde birbirine benzeyen mobilya kullanımına karşı, duvarları ve zeminleri mümkün olduğunca boş odaları olan evler tasarlanıyordu. Eşya israfından kaçınmak, zaman israfından kurtulmayı kolaylaştırırdı.

Amaçlanan, yeni bir hayat tarzı üretmekti. Bu hayat tarzının keşfi ve gerçekleştirilmesi, kadının çabalarına terkedilmiş gibiydi. Metin Önal Mengüşoğlu, "Öptüm Kara Gözlerinden" isimli kitabında, bu dönemin muhasebesini yaparken, evli kadınların nasıl da evlerinde bazen sabaha kadar sürecek şekilde gerçekleşen tartışmaların kıyısında tutulduklarına değinir. Kadınlar bir taraftan önemli tartışmaların dışında tutulurken, bir taraftan da onlardan modern dünyanın dayattığı hayat tarzı karşısında direnmeyi sağlayacak bir güçlülüğe sahip olmaları bekleniyordu. Bu güçlülüğü sağlayacak kaynağa ise sanki kendini olabildiğince içinde yaşanılan toplumun dışında tutmakla ulaşılabilirdi.

Kitap Rengi'nde o gün 80'li yıllarda etkili olan, büyük ölçüde kadınların çabalarına bağlandığı izlenimi uyandıran sade yaşama felsefesi üzerinde tartışmalar yapıldı. Yasemin Çoban, 80'li yılların müslüman kadınlarında var olan sade yaşama felsefesinin geçen yıllar içinde yerini israfa dayanan bir hayat tarzına terk ettiğini savundu. Buna karşılık Ayla Kerimoğlu ve Fatma Ömerustaoğlu, 80'li yıllarda "eşya" konusunda mevcut olan yargıların önemli ölçüde kadınların eşya kullanımı üzerinden sürdürülen, bu yanıyla da kırılgan olan yanı üzerinde durdular. Mutsuz (ve eşya gibi görülen) kadınlar, evlerindeki eşyaları değiştirerek ve kıymetli müceverlerle donanarak özgüven kazanmaya çalışırlar. Üretici olamayan insan, bilinçli ve dikkatli bir tüketici olmayı da başaramaz.

Sadelik ve tevazu üzerine değerlendirmelerin sonunda ulaşılan tespitleri şöyle özetleyebilirim: Sadelik hangi gelir düzeyine sahip olursa olsun kişinin hayata "sahip olma" yerine "olma" perspektifinden bakabilmesiyle gerçekleşebilir bir niteliktir. Tevazu ise elinde olmayan şeyin  abartılı takdimi değil, mevcut olan meziyet ya da faziletin verimlerinin yerinde kararında sunumuyla kendisini gösteren bir değerdir.