Yazılı ve görsel basında birtakım görüntüler eşliğinde yapılan bu yorumlar, olaylar hakkında sağlıklı bilgi sahibi olmak isteyen Türk kamuoyuna haklı olarak pek de bir şey anlatmıyor. Çok küçük farklılıklarla birlikte neredeyse aynı dili konuşan, aynı dine ve hatta aynı mezhebe mensup, yüzyıllarca bir arada yaşamış Özbek ve Kırgız halklarını birbirini boğazlamaya götüren, yerinden yurdundan ettiren süreci doğru bir şekilde analiz edebilmek için bölgenin yakın tarihini, ekonomik, toplumsal ve siyasal parametreler eşliğinde ele almak gerekiyor.
Yerli ve yabancı ajansların önemli bir kısmı, birkaç gün önce Kırgızistan'ın güneyinde yüzlerce kişinin ölümüne, binlerce kişinin yaralanmasına ve yaklaşık yüz bin Özbek kökenli Kırgızistan vatandaşının evlerini terk ederek komşu devlet Özbekistan'a sığınmasına neden olan olayları ağız birliği etmişçesine -belki de işin kolayına kaçarak- nedeni tam olarak belirlenemeyen ve kendiliğinden (spontane) gelişen bir etnik çatışma olarak takdim ediyor. Oysa yazılı ve görsel basında birtakım görüntüler eşliğinde yapılan bu yorumlar, olaylar hakkında sağlıklı bilgi sahibi olmak isteyen Türk kamuoyuna haklı olarak pek de bir şey anlatmıyor. Çok küçük farklılıklarla birlikte neredeyse aynı dili konuşan, aynı dine ve hatta aynı mezhebe mensup, yüzyıllarca bir arada yaşamış Özbek ve Kırgız halklarını birbirini boğazlamaya götüren, yerinden yurdundan ettiren süreci doğru bir şekilde analiz edebilmek için bölgenin yakın tarihini, ekonomik, toplumsal ve siyasal parametreler eşliğinde ele almak gerekiyor.
Bu bağlamda Fransız araştırmacı Olivier Roy'un Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Orta Asya'da ortaya çıkan yeni ulus-devletlerin siyasal-toplumsal meşruiyetlerini açıklamaya yönelen Yeni Orta Asya ya da Ulusların İmal Edilişi (Metis Yayınları) adlı çalışması, tartışmasız yol gösterici olarak görünüyor.
Olivier Roy, kitabında bugün Orta Asya'da mevcut ulus-devletlerin ve bu yapıları ayakta tutan milliyetçiliklerin esas itibarıyla bir Sovyet icadı olduğunu iddia etmektedir. Sovyetler Birliği geçen yüzyılın başında Orta Asya'da kendi politik varlığı açısından kaygı duyduğu Pan-Türkist ve Pan-İslamist bütünleşme hareketlerini parçalamak ve manipüle etmek amacıyla bir yandan alt etnik kimlikleri siyasallaştırmış, diğer yandan mevcut etnik gruplara yapay olarak yenilerini eklemişti. 1924 ve 1936'da çıkarılan yasalara dayanan topraksal bölünme, ulusal ve bölgesel dillerin resmî statüsü, farklılaştırılmış ulusal alfabeler, ulusal sembollerin ve mitlerin icadı gibi millî kimlik inşasını hedefleyen uygulamalar, Sovyetler Birliği içerisinde yer alan Türk dilli Müslüman halkları temelde etnikleştirme yoluyla birbirinden izole etmeyi amaçlıyordu. Böylece sözgelimi Kazakların yüzlerce yıldır iç içe yaşadığı Kırgızlarla, Özbeklerin Taciklerle veya Türkmenlerin Özbekler ile Sovyetler'e karşı aynı siyasal hareketin içerisinde yer alması adeta imkânsız hale getiriliyordu.
SOVYET ÜRETİMİ YAPAY MİLLİYETÇİLİKLER
Sovyet milliyetler politikasının asıl can alıcı noktası, yaratılan bu yapay milliyetçiliklerin işgalci Rusları değil, hemen yanı başındaki komşu etnik grupları düşman/öteki olarak konuşlandırma becerisini göstermiş olmasıdır. Örneğin Tacikler, Özbek ulusal kimliğinin düşmanıdır artık. Benzer şekilde Özbekler, Kırgız milliyetçiliğinin, Türkmenler Kazak milliyetçiliğinin ötekisidir. Sovyet sistemi içerisinde Rusları hep etnik hakem pozisyonunda tutan, etnik yüksüzleştirme (nötralizasyon) yoluyla uysallaştıran, Rusların bölgedeki varlığını hemen hiç sorgulamayan, topraksal bölünme sayesinde kolaylıkla kontrol edilebilen işlevsel bir milliyetçiliktir Orta Asya milliyetçilikleri.
Stalin'in milliyetler politikası, II. Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde yüz binlerce Kırım ve Ahıska Türk'ünün Orta Asya'ya tehciri ile büyük ölçüde tamamlandı. Böylece hem güvenlik gerekçesiyle Türkiye'ye yakın etnik gruplar uzak bölgelere sürülmüş hem de Orta Asya milletleri için yeni azınlıklar yaratılmış oldu. İlk bakışta çelişkili gibi görünen bir taraftan Sovyet üst kimliği yaratmaya çalışırken diğer yandan etnik kimlikleri sürekli canlı tutma çabası, daha derinlikli analiz edildiğinde Sovyetler'in 1990'lı yıllara kadar bu denli geniş bir coğrafyayı nasıl olup da kontrol edebildiğini önemli ölçüde açıklıyor.
Kırgızistan da dahil olmak üzere bugünkü Orta Asya devletleri Sovyetler Birliği'nin nihaî olarak 1936'da çizdiği siyasal sınırlara dayanıyor. Adına günümüzde Kırgızistan denilen ülkenin toprakları, Timur İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra Orta Asya'da kurulan üç emirlikten biri olan Hokand emirliğinin siyasal sınırları içerisinde kalmaktaydı. Hokand emirliği, kuzeydeki Kazak bozkırlarından güneydeki Fergana Vadisi'ne doğru uzanan geniş bir alan üzerinde hüküm sürmekteydi. Henüz etnik bir bilinçten söz edilemeyecek bu dönemde kırsalda yaşamını hayvancılık ile sürdüren Kazak ve Kırgız göçebelere karşı devlet yönetimi kentlerde tarım ve ticaret ile uğraşan Özbek toplulukların tekelindeydi. Bu durum Rus Çarlığı'nın Hokand'ı tümüyle denetim altına aldığı 1876 yılına kadar kesintisiz şekilde devam etti. Rus işgalinden 1991'deki bağımsızlık ilanına kadar Kırgızistan'ın idarî-siyasî statüsü üç kez değiştirildi. Sovyet devrimine kadar Türkistan Genel Valiliği içerisinde kalan Kırgızistan, 1924'ten sonra Rusya'ya bağlı özerk bir cumhuriyet statüsünü ve nihayet 1936'da Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak bugünkü nüfus kompozisyonu ve siyasal sınırlarını kazanmış oldu.
1936'da yaratılan Orta Asya cumhuriyetlerinin tamamı yeni ulus-devletlerdi; fakat bunların arasında özellikle Kırgızistan, "Sovyet icadı" nitelemesini fazlasıyla hak ediyordu. Kentleşme ve modernleşme süreçlerini tamamlayamaması bir tarafa, 20. yüzyılın başında bile büyük çoğunluğunun göçebe bir hayat sürdüğü Kırgız toplumundan önce devlet, sonra millet yaratmanın tuhaflığını Sovyet politikalarından başka bir şey ile izah etmenin imkânı yoktu.
Tanrı Dağları'nın ikiye böldüğü bu coğrafyada Kuzey Kırgızları ile Güney Kırgızları arasında bile bir toplumsal bütünleşmeden bahsetmek imkânsız iken, Özbek kökenli nüfusun ağırlıkta olduğu Oş ve Celalabad kentlerini bu ülkeye dahil edenler, bu şekilde etnik kışkırtmalara açık bir ortam yaratarak Sovyet milliyetler politikasının gereğini yerine getirmiş oluyorlardı.
10 Haziran 2010 gününden itibaren kitlesel katliamların ve sabotajların yaşandığı Oş ve Celalabad eyaletleri (oblast), Fergana Vadisi'nin sulu tarıma elverişli en verimli toprakları üzerine kuruludur. Babür Şah'ın Babürnâme'de kayısı, üzüm, incir, kavun ve badem gibi ürünlerinden övgüyle bahsettiği bu bölge, Özbek ağırlıklı nüfusu ve muhafazakâr kimliğiyle başkent Bişkek'in merkez teşkil ettiği Kuzey Kırgızistan'dan önemli farklılıklar gösterir.
Kırgızistan'da Stalin tarafından oluşturulan bu ulus-devlet modeli Kuzey-Güney veya Özbek-Kırgız gerilimine rağmen tıpkı eski Yugoslavya gibi, Sovyet döneminde neredeyse sorunsuz bir şekilde işledi. Sovyetler Birliği'nin totaliter yönetimi altında daha çok Rus kökenli bürokrasi tarafından idare edilen ülkede bu dönemde kayda değer bir etnik sorun yaşanmadı. Özellikle Fergana Vadisi'nin kırsalında yaşayan Kırgızlar ile kent merkezlerinde yaşayan Özbekler arasındaki mekânsal izolasyon bu tür gerilimlere çok da uygun sayılmazdı.
Sovyet milliyetler politikasının Kırgızistan uygulamasında Sovyet icadı milliyetçiliğin etnik bir soruna dönüşmesi Sovyetler Birliği'nin dağılması sürecinde su yüzüne çıktı. 1989'da önce Özbekistan'ın Fergana Vadisi'ndeki yerleşim alanlarında Ahıska Türklerine yönelen etnik şiddet, 1990'da bu sefer Kırgızistan Özbeklerini hedef aldı. Oş şehrine bağlı Özgen kasabasında yaşanan çatışmalarda çoğunluğunu Özbek kökenli Kırgızistan vatandaşlarının oluşturduğu binden fazla insan hayatını kaybetti. Rus ordusunun müdahalesiyle Fergana Vadisi'ndeki sıcak çatışma sona erdirilmiş olsa da, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte bölgede etnik bir çatışma potansiyelinin varlığı hemen her zaman dile getirildi.
Bağımsızlıktan sonra kent merkezlerinde yaşayan Rus kökenli nüfusun önemli ölçüde Rusya Federasyonu'na göç etmesiyle birlikte onların yarattığı memur ve kalifiye eleman açığı -çoğu zaman niteliklerine bakılmaksızın- taşranın daha az eğitimli Kırgız vatandaşları tarafından dolduruldu. Kırgız nüfusun kısa süre içerisinde güney şehirlerine de hâkim olmasıyla sonuçlanan bu süreç, en fazla kentli Özbekleri tedirgin etti. Bağımsızlıktan sonra kamusal alanda Kırgızcanın artan önemi, bürokraside Kırgız kökenlilerin ağırlığı ve nihayet ticareti kontrol altına almaya çalışan türedi Kırgız tüccarlarının mütehakkim dışlayıcı tutumları giderek tüm Kırgız toplumunda "Kırgızistan Kırgızlarındır!" yaklaşımını varlıkların ve statülerin yeniden dağıtıldığı bu süreçte cazip hale getirdi. Öte yandan etnik azınlık konumundaki Özbekler için dışlayıcı Kırgız milliyetçiliğine tahammül etmek ile daha otoriter bir yönetime sahip Özbekistan topraklarına göç etmekten başka bir seçenek kalmamıştı.
Bağımsızlık sonrasında Orta Asya'nın eski Sovyet cumhuriyetlerinde etnik milliyetçiliğin bu denli rağbet görmesi tesadüf değildi. Milliyetçilik, yeni Orta Asya'da hemen tamamı eski rejimin önde gelen simalarından oluşan bürokratik elit için cereyan eden siyasal dönüşümün eşiğinde kendi meşruiyetlerinin yegâne kaynağıydı. Fakat Kırgızistan gibi yer altı zenginlikleri bakımından fakir ve bölgenin en düşük gelir seviyesine sahip ülkesinde milliyetçilik bundan fazlasını ifade ediyordu. Milliyetçilik, Kırgızistan'da yoksulluğu ve yolsuzluğu manipüle edecek, Sovyetler Birliği'nin ve sosyalizmin çöküşüyle ortaya çıkan toplumsal travmayı rehabilite edecek bir can simididir. Bu açıdan Tacikistan ve Özbekistan'da yükselen İslamcılık nasıl bir toplumsal işleve tekabül ediyorsa, daha seküler bir kimliğe sahip Kırgız toplumunda ise milliyetçiliğin benzer bir işlevi yerine getirdiği söylenebilir. Yani Kırgız milliyetçiliği sadece bir bütünleşme stratejisi değil, Sovyet sonrası dönemde hayatı anlamlı kılan bir ideolojidir de aynı zamanda.
YAŞANANLAR ÜMİTVAR OLMAYI ENGELLİYOR
Sovyet yapımı milliyetçiliğin bu denli geniş kabul gördüğü Kırgızistan'da hakim Kırgız milliyetçiliğinin etnik azınlıklarıyla sürekli bir gerilim yaşayacağını tahmin etmek zor değildi. Orta Asya'nın en zengin akarsu kaynaklarına sahip olmakla övünen, fakat son yıllarda elektrik kesintileri nedeniyle ülkeyi karanlığa mahkûm eden iktidarlar art arda devrilirken, işbaşına gelenler halkın yaşam standartlarını yükseltmek yerine millî duygularını tahrik etmeyi tercih etmekteler. Öte yandan siyasal seçkinler arasındaki iktidar mücadelesi, bir siyaset biçimi olarak milliyetçiliği tartışmasız öne çıkarıyor. Özellikle son on yıldır Kırgızistan siyasetinde geniş kitleleri kendi siyasal davaları veya çıkarları uğruna seferber etmek isteyen siyasal elitler, yoksul ve umutsuz gençleri etnik gerilimler üzerinden provoke etmekten kaçınmamıştır.
Son beş yıldır iki devrim (2005-2010) yaşayan Kırgızistan'da amiyane tabirle ihalenin Özbek azınlığa kalmasına yol açan aktörler mevcut siyasal elitler olmakla birlikte, şu an cereyan etmekte olan etnik vahşeti ortaya çıkaran koşullar bütünüyle Sovyet icadıdır. Hiç kuşkusuz bu durum yüzlerce masum insanı katleden, evlerini ve işyerlerini ateşe veren, yüz binlercesini mülteci durumuna düşüren iktidar oyuncularının ve onların fanatik taşeronlarının suçunu hafifletmez. Fakat sorunun etraflıca analiz edilmesi, hiç olmazsa bundan sonra Kırgızistan'da kalıcı bir toplumsal barışın sağlanabilmesi açısından büyük önem taşıyor. Ne var ki, son gelişmeler bu noktada pek de ümit vaat etmiyor. Nitekim geçici yönetimin devlet başkanı Roza Otunbayeva, ülkenin güneyinin bir kan gölüne dönüşmesi ve güvenlik kuvvetlerinin olayları önlemede aciz kalması karşısında geleneksel etnik hakem konumunu muhafaza eden Rusya'yı yardıma çağırmakla halen Sovyet milliyetler politikasının yürürlükte olduğunu bir anlamda teyit etmiş oluyor.
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin SADOĞLU Bilecik Üniversitesi
Kaynak: Zaman