Kadınların ev dışında çalışmasını eleştiren yazarlar, bu konuda serbestçe seçim yapma şansına sahip, sorumluluk sahibi bir erkeğin de yapıcı desteğini alan muhayyel kişiliklerden yola çıkarlar. Oysa ev dışında çalışan kadınların büyük çoğunluğu “vasıfsız” niteliği yüzünden düşük ücretlerle, güvenlikten yoksun iş şartlarına mecburen katlanırlar. Bu katlanma, sanayileşmiş ülkelere emek-yoğun ürünler ihraç eden kalabalık nüfuslu ülkelerde bazen endüstriyel bir esaretin görünmeyen zincirlerine bağlanmak anlamına gelebilir.
Şatafatlı, müsrif yaşantıların arka planında hemen her zaman karanlık alanlar ve süreçler bulunması sanki bir kural. Daha kaliteli, albenili, konforlu hayatlar için olmazsa olmaz sayılan nice ürünün, nesnenin üretimi hemen her zaman gözden ırak mekânlarda, en düşük ücrete razı olacak işçiler tarafından gerçekleştiriliyor. Bir kesime bir büyü, bir seçkinlik halesi kazandırmak üzere tasarlanan markalar, lime lime olan, kan sızdıran hayatlar pahasına gelişiyor.
David Harvey’in “Umut Mekânları”nı okurken yine aynı soruya döndüm. Fıtrat olarak mesela doktorluk, mühendislik gibi meslekler için uygun bulunmayıp, böylelikle güya taltif edilen “nahif” ama apaçık ki bazen ekmek parasına muhtaç olabilen kadınlar, bu durumda haysiyetli bir hayat sürdürmek için hanlarda hademe, gün ışığından yoksun atelyelerde overlok işçisi olmaktan başka çareye sahipler mi...
Sayıları yüz milyonlarla ifade edilen kadın ve erkek, görkemli “küresel ekonomi” başlığı altında, yerel zorbalıklarla pekiştirilen öldürücü iş ortamlarında ömür çürütüyor. Elbet Mary Anne Warkley’in dediği gibi “çalışan beden bir direniş zeminidir”. Ancak söz konusu üretim köleleri açısından bakıldığında, üç kuruşa ve zehirleyici ortamlarda sömürü kurbanı olmaya zorlanırken çürüyen bedenlerden söz etmek daha gerçekçi olacak.
Bağdat Caddesi’nin ve kıdemli ya da nevzuhur AVM’lerin marka logolarıyla vücut bulan “tiki” kızlarının negatif karşılığı sayılabilecek rengi soluk kızlar, Uzak Doğu ülkelerinden birinde, boğucu atelyelerde zorunlulukla gönüllü bir köleliği sürdürüyor. Tabii bu yoksul insanlara köle muamelesi yapan piyasa dengesi sadece uzak ülkelere özgü bir bilgi değil. Rengarenk bir bluz, bir çift spor ayakkabı, kaşmir bir atkı... Kan sızdıran markalar hepimizin hayatına bir vitrinle, bir hediye paketiyle bir şekilde bulaşıyor. Taşlanmış kot işçilerinin yakalandığı silikozis hastalığı burnumuzun dibinde canlar almaya devam ediyor. Rengarenk, neşeli, sağlıklı bir ifadeye sahip gençlerin oluşturduğu topluluk afişleriyle bilinen Benetton’ın Türkiye’de kaçak çocuk işçi çalıştırdığı da konuşulmuştu.
Levi Strauss’a taşeronluk eden Singapurlu şirket için çalışan Hira ve Mira adlı kız kardeşlerin anlattıklarının bir kısmı bile, bir markayı oluşturan arka planın koşulları konusunda bir fikir verebilir: “...Patron sinirlenince kadınlara köpekler, domuzlar, kaltaklar diye bağırır ve biz de tüm bunları tepki vermeden sabırla (sineye( çekeriz. Resmi olarak sabahın yedisinden üçe kadar çalışırız (günlük yövmiye 2 doların altındadır), ama dokuza kadar zorunlu fazla mesai yaptığımız olur- özellikle de teslim edilecek acil bir sipariş varsa-. Ne kadar yorgun olursak olalım, eve gitmemize izin verilmez. Ekstradan 200 rupi (10 ABD senti) ödeme yapıldığı olur. (...) İçerisi çok sıcak olur. Binanın damı metaldendir ve içeride tüm işçilere yetecek yer yoktur. Tıkış tıkıştır. Orada çoğu kadın 200’den fazla insan çalışır ama koca fabrikada bir tane tuvalet vardır... İşten eve geldiğimizde yemek yiyip yatmaktan başka bir şey yapacak enerjimiz kalmaz.”
Bu da Vietnam’da Nike fabrikalarındaki iş ortamı: “...sözle saldırı ve cinsel taciz vakaları çok sıktır ve çoğu zaman bedensel cezalar uygulanır. (...) Vardiyaları boyunca çok sayıda işçinin yorgunluktan, sıcaktan ve kötü beslenmeden dolayı bayıldığı olur. Bazı işçilerin bayılmadan önce kan tükürdükleri bile söylendi bize. “
Üstelik Nike, fabrikalardaki kötü muamele koşullarını ortaya çıkarmak yerine, işçilere önem verdiği görüntüsünü yaratan uluslararası halkla ilişkiler kampanyaları düzenlemeyi uygun bulmuştur. “Ne var ki hiçbir kampanya günde 1 dolar 60 sent kazanan işçinin üç kap yemeğinin bedelinin 2 doların üzerindeyken, zamanının büyük kısmını aç geçirdiği gerçeğini değiştirmeyecektir. Harvey, durumu Marx’ın Kapital’i yazdığı dönemlerde, Londra’daki işçilerin yaşantılarıyla karşılaştırıyor. (Umut Mekânları, sf. 63-65, Metis.) Değişen pek bir şey yoktur, çünkü kimse kanlı markalardan vazgeçmeyi bir çözüm olarak göremiyor.
Ev içinde değersiz bulunan emeğin, gözden uzak izbe mekânlarda da kıymeti harbiyesi yok. Jale Sancak’ın “Kuyu”sunun bir bodrumda karşınıza çıkan (yazara bir yerde “böcek sürüsü” gibi görünen “yeraltı işçileri”, aradan yıllar geçse de tarihe karışmadı. Bir akşam üstü Maltepe civarında bir ara sokakta, ışıl ışıl iç mimarlık bürosunun bir paravanayla kapatılmış penceresiz bodrumun merdivenlerinden bambaşka bir âlemin insanlarıymış gibi gün yüzüne dökülen mavi formalı işçileri kendi gözlerimle görmüştüm. Varlıklarından kim ne ölçüde haberdar...
Türkiye’de ev içi işçisi kadınların sayısı artmaya devam ediyor ve kadınların “çalışma hayatı”nı terkedip eve dönmesini isteyen kesimlerin hane ortamları da ev içi işçi talebinden muaf görünmüyor. Görünmeyen ucuz emek pazarlarında ev içi işçilerinin kazalarda yaşadığı mağduriyet, “nâmevcudiyet” hali nedeniyle de hadsiz hesapsız.
Bir rakam veremiyoruz tabii, çünkü işçilikleri kayda değer görülen kadınlar değil onlar. Son verilere göre toplam istihdam içinde payı % 24.3’e yükselen kadın istihdamı oranında yerleri yok. Üstelik bir de kaçak yolla çalışan yabancı uyruklular var aralarında, Türkiye örneğinde, Moldovyalı, Bulgar, Türkmen, Gürcü kadınlar... Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, bende hep iyi birşeyler yapma çabası içinde, sıradışı bir siyasetçi izlenimi uyandırıyor; daha önce de yazmıştım bunu. Ev işçilerinin sorunlarıyla da ilgilendiğine dair haberler yer aldı medyada.*
Ne çantada pantolonda parlayan marka, ne de ışıl ışıl pencere camları kasaları kaydediyor ucuz işçinin emeğini, kadın olsun, erkek olsun. Kalkınma, gelişme böyle bir şey olmamalı: Hem iş ve üretim olgusu, hem de kalkınma olgusu alanında köklü zihinsel ve hukuki değişimler gerçekleştirilmediği sürece, ucuz işçi canları gözden ırak mekânlarda lime lime olmaya devam edecek.
* Ev işçilerinin yaşadığı mağduriyet, izbe mekanlarda çalışırken bir kazayla elden ayaktan düştüğünde ortada kalan “güvencesiz” işçiler için de geçerli. İş kazalarında canını yitiren aileler, yaşadıkları acı yetmezmiş gibi bir de üstlerine yıkılan haksızlığın hukuksuzluğun mücadelesini vermeye zorlanıyorlar. Geriye çoğunlukla güvencesiz bir “ev kadını” kalıyor, bakmakla mükellef olduğu çocuklarıyla.
20 Mayıs'tan beri her pazar günü Galatasaray Lisesi önünde bir araya gelen, iş cinayetlerinde yakınlarını kaybeden aileler, Vicdan ve Adalet Nöbeti'nde buluşarak kayıplarının sorgulamasını yapmaya devam ediyorlar. Bu buluşmalarda farklı aileler kendi yaşadıkları deneyimleri, acıyı ve verdikleri hukuk mücadelesini anlatıyorlar.