Canım politika yazmak istemiyor bugün.

Pek Ataç-vârî bir cümle, pardon tümce oldu. Tek eksiği tümcenin sonundaki tilcik. Ataç “bugün” yazmaz “büğün” yazardı ama o kadar kusur da oluversin.

Bu arada bir soru daha: Ataç acabâ “pardon” yerine ne diyordu?

Ama büğün Ataç’dan değil kendimden sözedeceğim sizlere.

Edeceğim etmesine de gerçekden hayrân olduğum bir davranışını da zikretdikden sonra:

Ataç, bütün o Öztürkçe zırtapozluğuna rağmen klasik edebiyâtımızı ve genellikle Osmanlıyı son derece iyi bilen biriydi. Kendi neslinin bütün “münevverleri” gibi. Ataç’ın bu bahsetdiğim husûsiyeti pek bilinmez ama Abdülbâkî Gölpınarlı’nın Dîvân Edebiyâtı konusundaki derin bilgisi meşhurdur. Fakat Üstâd bir zamanlar İsmet Paşa’ya ve rejime yaranmak için Osmanlı’yı ve Dîvân Edebiyâtı’nı yerin dibine batıran bir makâle kaleme almışdır. Orada utanmadan, arlanmadan bu edebiyâtın bir hiç mesâbesinde olduğunu iddia etmiş ve hızını alamayarak zâten bütün Osmanlı devrinin de bir “gölgesinden korkan sadrâzamlar” yönetimi olduğu “salvosu”nu da arkasından sallamışdır.

Bunun üzerine ona hak etdiği cevâbı kim vermişdir bilir misiniz?

Evet, doğru tahmîn etdiniz, Ataç!

“Osmanlı çağı bir gölgesinden korkan sadrâzamlar değil gölgesinden korkulan sadrâzamlar yönetimidir.” demişdir, kalemine sağlık!

Kendime gelince:

Genç okuyucularım üslûbum konusunda ikiye ayrılıyorlar. Kullandığım kelimeleri ve imlâmı hiç beğenmeyerek beni paylayanlarla fevkalâde beğenip sırf o sebebden yazılarımı iple çekdiklerini ve bu sâyede kendi dil haznelerini de geliştirdiklerini belirtenler.

Daha önce de birkaç kere îzâh etdim ki 1930’larda Türkçe dünyânın en zengin ve âhengli dillerinden biriydi. Ama o “eski” kelimelerin atılmasıyla bugün artık üçyüz kelimelik bir mahalle arası lehçesine tahavvül etmişdir. 300 kelimeyle de ne edebiyât olur ne bilim ne felsefe ve hattâ ne de gazetecilik!

O yüzden bugün Atatürk’ün Gençliğe Hitâbesi’ni anlamakdan âciz bir gençlikle yüzyüzeyiz.

Öztürkçe denilen maskaralık benliğinden firâr edenlerin hezeyânıdır!

Bakınız; alenî, bâriz, âşikâr, ayan, bedîhî, vâzıh, sarih, müstehcen, münhâl, üryan, meftuh, defisiter gibi tam oniki kavramın bugünki içler acısı lehçemizdeki tek karşılığı “açık” olmuşdur! Tepe tepe kullanalım!

“Gitti” yerine “gitdi”, “tehdit” yerine “tehdid” vs. yazmam ise öyle telaffuz edilmesi için değil her sekiz on yılda bir imlâ değiştirmeyi barbarlık olarak telâkkıy etdiğim içindir. Medenî dillerde böyle bir soytarılık da yokdur. 60/80/100 yılda bir çok dikkatle mahdud değişiklikler yapılır.

O sâyede de meselâ bir “ağabey, ağbey, ağbiy, ağbi, âbi, abi” rezâleti yaşanmaz.

D’lerin T olmasına “emir” çıkdığı zaman Abdülhak Hâmid arkadaşı Müderris Ferîd Bey’e bu “Hamit ve Ferit” münâsebetsizliğini kasdederek “Eh, senin kuyruğuna da bir İT takdılar.” der.

Bunun üzerine Ferîd Bey: “Benim hiç olmazsa FER’imi (ışığımı) bırakdılar. Sen ise HAM bir İT oldun.” cevâbını yapıştırır.

Türkçeyi kolaylaştırıyorlarmış!

Piyanolardaki siyah tuşları da kaldırsınlar ki çalması daha kolay olsun!

‘İT’leşen Türkçe II

Anadilimizle ilgili problemler sâdece dün kısaca değindiklerimden ibâret değil. Yine telgraf üslûbuyla onları da (kısmen olsun!) sıralayalım:

Yabancı kökenli kelimelerin bir dili “yabancı boyunduruğu” altına sokduğu iddiası palavradır! Fransızca, Almanca, İngilizce vs.’den yabancı kökenli kelimeleri atın, su bile isteyemezsiniz!

Bir dili “yabancı boyunduruk” altına sokan etken “cümle yapısı”nın, sentaksın değişmesidir!

Ayrıca yabancı kelimeleri atıyoruz diye bir yabancı kökenli kelimeyi bir başka yabancı kökenli kelimeyle değiştirmek de cehâletin katmerlisidir. “Müsaadenizle” yerine “izninizle” dediğiniz zaman bir Arabca kelimeyi başka bir Arabca kelimeyle değiştirmiş olduklarından bîhaberler.

“Meselâ” yerine “örneğin” dediniz mi de bir Arabca kelime yerine bir Ermenice kelime getiriyorsunuz. “Hudud” yâhut “serhad” yerine “sınır” da hâkezâ! O da Ermenice!

Bu işin militanı olan mekteb kaçkını psikopatlar üstelik öylesine de câhiller ki “Öztürkçe” sandıkları yüzlerce kelimenin bile aslında yabancı kökenli olduğundan habersizler:

Ev (Sümerce/Ârâmî Dili,yâni Hazret-i Îsâ’nın konuşduğu dil), baba (Fenike Dili), Töre (İbrânî Dili), yasa, alp (Moğolca), kilit/anahtar/kiler/efendi/alay/fener (Rumca), masa/bavul/papel/paçavra/fora/palavra (İspanyolca), iskemle, karyola (Romence), kıral, haydut (Macarca), inci, çay (Çince), kent/acun/kağnı (Soğdakça), levend/kadırga (İtalyanca). Öf, sıkıldım!

Ama bir misâl daha vermezsem çatlarım: “Sıra” da Yunanca ki daha Oğuz Kağan Destânı’nda geçer, Türkçeleştirin bakalım!

Bir de son haddine kadar kullandığım sirkonfleks (^) var. İnceltme ve uzaltma işâreti.

Türkçe aslında tamâmen kısa hecelerden oluşan haşin bir dildi. Dilimizde hecelerin açılıp yumuşaması biz Batı Türklerinin İran, Arab, Bizans ve genel olarak Akdeniz medeniyetleriyle temâsından sonra vukû bulmuşdur. Dünyânın en âhengli dillerinden biri hâline gelmesi de ancak bu sâyede mümkin olabilmişdir. Fakat şu son 50 yılın müdhiş tahrîbâtı netîcesi Türkçede uzun heceler tekrar kaybolmaya başladı. Yine takır-tukur konuşmaya başladık kısacası. Ben işte buna karşı çıkmaya uğraşıyorum. Benim imlâmla yazılanları yanlış telaffuz etme ihtimâliniz çok zayıfdır. Tabii niyetiniz yoksa o başka!

Bitmez bu mevzû ama mecbûren bitirirken benim imlâ tarzımla doğrudan ilgisi bulunmayan bir diğer husûsa daha değinmeden edemeyeceğim:

Türkçenin son derece âhengli bir dil olmasını engelleyen en önemli âmillerden biri “Ses Uyumu”dur! Büyüğüyle küçüğüyle!

Şuraya bakınız: ÇIKIŞTIRILDIĞININ!

Ardarda yedi tâne I ve aralarında da K,T,Ş gibi sert sessizler.

Ama çok şükür ki Türk (bâhusus İstanbullu!) dehâsı yüzyıllar boyunca yontarak, cilâlıyarak, zâten fevkalâde bir ifâde zenginliğine sâhib olan bu yapıyı aynı zamanda bir ses cümbüşüne de döndürdü. Büyük Türkolog Max Weber’in deyişiyle “sanki bir dil bilginleri heyeti tarafından îcâd edilmiş” bu muhteşem lisâna senfonik bir boyut da kazandırdı.

Fâtih’in kumandanlarından Cebe Ali’yi “Cibâli” yapan adsız san’atkârlar önünde saygıyla eğiliyorum.