BM Palmer Raporu’nun (31 Mayıs 2010’da menfur “Filo Hadisesi” etrafındaki olayları özetleyen) sonuçları Türk-İsrail ilişkileri tabutuna çakılan bir başka çivi oldu. Modern Türkiye’nin tarihi ve gelişmesiyle ilgili bir öğrenci olarak ben, Türk hükümetinin davranışından dehşete düştüm: Hükümet filoyu destekledi ve İsrail’i özre zorlamak için defalarca, ucuz teşebbüslerde bulundu.
Bununla beraber, bir İsrailli ve Siyonist olarak ben ülkemle gurur duyar ve meşru müdafaa hakkımız olduğuna inanırken, hiç şüphem yok ki bu dış politika kabusu İsrail’e hem kısa hem uzun dönemde mali ve stratejik açıdan pahalıya mal olacak ve muhtemelen acı-tatlı bir aşk macerasının da son bulduğuna işaret edecek.
1990’larda Türk-İsrail ilişkilerinde bir yerde “Aşk İlişkisi” olarak ifade edilen beklenmedik bir stratejik ve ekonomik büyüme dönemi yaşandı. Bununla beraber, çoğu ilişkide olduğu gibi bu ilişki de çeşitli sebeplerle daha başlangıcından sona ermeye mahkumdu. 90’larda Türk hükümeti ve ordusu gerçekte, onlarca yıldır giderek daha muhafazakar ve dindar olan halkı hiç temsil etmiyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) 2002’de seçimi kazanması, belki de cumhuriyetin kurulmasından bu yana ilk kez bir çoğunluk partisinin gerçekten halkın değerleri ve ahlaki pusulasını yansıttığına işaret ediyordu. Belki İsrailliler Antalya ve Bodrum gibi tatil yerlerinde tatil yaptılar ama iki ülke hükümetleri arasındaki yakın ilişki, nadiren vatandaşları arasındaki hissiyatı yansıttı. İsrail’in eski Türkiye büyükelçisi Alon Liel, sık sık Türk halkında İsrail’in Filistinlilere yönelik politikasına karşı olan hissiyattan kaynaklanan gergin dönemler olduğunu ifade etti.
Bitmeye mahkum aşk ilişkisi benzetmesinde hiçbir aşık, kendi ailesinin gönlünü kazanmayı başaramadı. Bu da hep gelecekte gönül yaraları olacağına işaret etti.
Her iki tarafta da ayrılığın kökenindeki sebeplerle ilgili olarak farklı rivayetler var. İsrailli uzmanlar son anlaşmazlığın kaynağı olarak Türkiye Başbakanı ve AKP'nin başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP'nin Müslüman köklerine işaret ediyorlar. Türkler ise buna, suçlanması gerekenin, İsrail'in Filistinlilere yönelik giderek artan saldırgan tutumu olduğunu dile getirerek karşılık veriyorlar. İki ülke arasındaki ayrılıklar 2008-2009'daki Dökme Kurşun Operasyonu sırasında zirve noktaya ulaştı. İsrail'in önceden Türklere haber vermeden Hamas'a askeri saldırı başlatma kararı, "Aşk İlişkisi"nin bittiği ve Davos Dünya Ekonomik Forumu'nda gözler önünde sahnelenen keskin bir tartışmaya dönüştüğü an oldu. Müttefik ve dost olduğu farz edilen Türkiye için sadece Filistinlilerin ölümü değil İsrail tarafından kendilerine karşı sergilenen bu görünürdeki saygısızlık Erdoğan ve seçmenlerini öfkelendirmişti. Haberleşmedeki aksaklık, ilişkilerin bozulmasının bir numaralı sebebiydi. İsrail (Olmert) hükümeti de yazılı olmayan bir kuralı ihlal etmişti. Kısa bir süre sonra da Davos’ta Türkler de bunu takip etti.
Türkiye ve İsrail ilişkilerinin dönüm noktasında olduğunu biliyorlardı ama iki taraf da öpüşüp barışmama konusunda çok inatçıydı. Meseleyi orada bırakmak yerine bunlar, her fırsatta birbirlerine anlaşmazlıklarının giderilmediğini hatırlatan sivri iğneler batırmaktan geri kalmadılar. Türkiye’de “Ayrılık” (anti-Semitik televizyon programı) yayımlanırken İsrail de Türkiye'nin İsrail büyükelçisi Ahmet Çelikkol'u azarladı. Türkiye, Gazze Filosu'nun hareket etmesine izin verdi, İsrail de gemilere seçkin komandolarını çıkardı. Kim bu acılı ayrılığın bir parçası değildi ki? İsrail ve Türkiye, ilişkilerini tamir etmeye direnirken meseleyi büsbütün sona erdirmekte de gönülsüzlük sergiledi. Bu da her iki tarafın ortak zemine ulaşma gücünü daha da zayıflattı.
Palmer Raporu, Gazze ablukasının gerçek statüsünü belirlemekten ziyade, ilişkileri tamir etmek için bir fırsattı. Maalesef ablukanın statüsüyle ilgili sonuç, aciz bir uluslararası kuruluşun manasız bir kararıyla bir Pirus zaferi oldu. BM'nin kararını yere göğe koyamayanlar, İsrail'in, daha önce İsrail'i insanlığa karşı suç işlemekle suçlayan benzer komitelerin kararlarını birçok kez reddettiğini unutuyorlar. Türkiye de raporu reddetti ve şimdi ablukanın meşruiyeti meselesini Lahey'e götürüyor.
Hayal kırıklığına uğrayan ve boşanmak için mahkemelere giden aşıklar gibi İsrail ve Türkiye de yanlışları düzeltmek yerine puan kazanmak ve "haklı olmak"la daha fazla ilgilidir.
Öyleyse ilişkide gerçekten kötü giden neydi? Onlarca yıldır Ortadoğu'da sessiz bir rol oynayan Türkiye, bölgeyle, özellikle de Arap komşularıyla yeniden bütünleşmeye karar verdi. Batı'yla ilişkilerin peşinde koşan önceki Kemalist rejimlerden zekice bir şekilde farklı olarak AKP'nin dış politikası, dini ve siyasi felsefe konusunda önyargılı olmaksızın her yöne ulaşıyor. Artık Türkiye için en önemli olan şey, ekonomik istikrar ve süper güç statüsü elde etmekti. Bunu da geleneksel rakipleriyle barış yaparak başarmayı amaçladı. Bununla beraber Türkiye'nin “sıfır sorun” yaklaşımında Arap Baharı dolayısıyla önemli aksamalar yaşandı. Bunun sonucunda, Türkiye'nin İsrail'le ilişkileri de zarar gördü.
Türkiye’nin bu gayeler için çabaları birkaç sene hiç aksamadan devam ederken Türkler, uluslararası ortamın sürekli değiştiğini unutmuş göründüler.
Daha önemlisi, aracı rolü oynamak, bölge ve dünya istikrarının gelişmesi için devletin menfaatlerini bir kenara koymaya gönüllü olmayı gerektiren hassas bir iştir. Türkiye’nin Libya, İsrail ve Suriye’ye yönelik birbiriyle çelişen tepkileri, mükemmel bir siyasi felsefe tatbik etmenin ne kadar zor bir iş olduğunu gösteriyor. AKP dostluğun karmaşık anlamını ancak şimdi öğreniyor. Kuruluşundan bu yana solo sanatçı olan İsrail ise bir dostluğu kaybetme pahasına olsa bile ahlaki prensiplerine sıkı sıkıya bağlıdır.
Şüphe yok ki hem İsrail hem Türkiye ıstırap çekecek. Değişen Ortadoğu’da bildiğiniz bir şeytan bilmediğiniz bir şeytandan çok daha iyidir. Bölgesel istikrarsızlığın ve küresel iktisadi çalkalanmanın olduğu bir dönemde bir dostu kaybetmek, sağduyulu diplomasi ve gerçekçi politikaya aykırıdır.
Dış politikasını “komşularla sıfır sorun” ilkesi üzerine inşa eden Türkiye, son 10 yılda çok farklı ülkelere ulaşmış ve ağını genişletmiş olabilir ama hiçbiri İsrail’in iktisadi, teknolojik ve askeri dinamizm terkibinin yerini tutamaz. Bununla beraber, İsrail için de Şlomo Avineri’nin, İsraillilerin gelecek stratejik endişelerin hatırına “dişlerini sıkmaları ve doğru şeyi yapmaları” gerektiği tavsiyesine uymakla kazanacağı çok az şey vardır. Türkiye’nin kaybı, 2008’de Dökme Kurşun Operasyonu’nu yapmaya karar verdiği zaman Olmert hükümetinin meydana gelmesini önlemesi gereken bir şeydi. Son olarak, özellikle ABD’nin bölgede önemli oyuncular olarak kabul ettiği iki ülkeyle meselenin nasıl üstesinden geleceği tartışılırken bu durumun Ortadoğu’da kalıcı bir etkisi olacaktır. Türkiye ve İsrail arasında tehlikeleri göze alma politikası fiilen ABD’yi de içine alacaktır. Aynen geçen sene Steven Cook’un Foreign Policy’deki makalesinde belirttiği gibi. Yazıda Türkiye de bölgesel rakip olarak kabul ediliyor.
Çoğu kişi Mavi Marmara’da olanlar için Türkiye’nin İsrail’in özrünü asla kabul etmeyeceğini, AKP’nin niyetinin hep İsrail’le Türkiye arasındaki ilişkiyi sabote etmek olduğunu haykıracaktır. Bununla beraber bu iddialar, bir ilişkide ilk kuralın “önce özür dile, sonra görüşelim” olduğunu
öğrenecek olan şımarık aşığın abartılı öfke nöbetleridir. Israil belki silahına sarıldığı ve dostluktan önce pozisyonunu müdafaa ettiği bilgisiyle rahatlamış olabilir ama yine de boşanıp ayrılmaktan dolayı endişeli olması gerekiyor.
Kaynak: The Jerusalem Post
Dünya Bülteni için çeviren: Emin Arvas