Arap Birliği Araştırmalar Merkezi'nin 1980 yılında düzenlediği bir kongrede, İslamcı düşünür Adil Hüseyin şu soruyu soruyordu: Abdünnasır, Müslüman Kardeşlerle yaşadığı çatışmaya rağmen nasıl oldu da halk desteğini korumayı başarabildi?" Sorduğu soruya şöyle cevap verdi: "Nasırcılık, İhvan'ı sadece güvenlik güçlerini kullanak tasfiye etmedi, aynı zamanda ayaklarının altındaki fikri ve siyasi zemini zayıflatarak da bunu yaptı. Yabancı egemenliğine ve siyonizme karşı kutsal bir savaş başlatıp Arapları birleştirmek ve sosyal adaleti sağlamak amacıyla mücadele ettiğinde, geniş kitleler, Nasır'ın aslında devrimci İslam'ın içeriğini yaşama geçirmeye çalıştığını anlamışlardı. Bu yüzden İhvan'ın Nasır düşmanlığına olumlu yanıt vermediler ve bu düşmanlık nedeniyle Nasır'a karşı bir ayaklanmaya girişmediler."

Söz konusu tutum, İslami partilerin tabanı ve liderlerine karşı yapılmış en büyük meydan okumadır. İslamcılar Fas, Tunus, Mısır ve Sudan'ın yönetimlerine esaslı bir katılım gösterirken, diğer Arap ülkelerindeki yönetimlerinin karar alma sürecinde en büyük rolü oynamaya aday hale gelmiştir. Zira, son 60 yılda şananlarla ve Arap Baharı'yla ortaya çıkan yeni gelişmeler, her ne kadar Ortadoğu'da çeşitli dönüşümlerin yaşanmasına katkıda bulunmuşsa da, Arap halklarının birliğinin sağlanması ve sosyal adaletin temini için siyonizme karşı mücadele ile yabancı işgale karşı direnişin gerekliliğinin altını bir kez daha çizmekle kalmamış, Arap coğrafyasında ABD'nin ikame etmeye çalıştığı Yeni Ortadoğu düzeninin beraberinde getirdiği Arapları parçalama planına karşı strateji geliştirilmesi gerektiğini bir kez daha vurgulamıştır. Arap Baharı'nı manipüle etme gayretlerinden de rahatlıkla anlaşılıyor ki Siyasal İslam'ın önderlerinin iradelerine boyun eğdirilmeye, onlardan İsrail'le önceden yapılmış anlaşmalara dokunulmaması gerektiği yönünde garantiler alınmaya çalışılıyor.

Napolyon'un Mısır'ı 1799 yılında işgalinden bu yana Modern Arap tarihi okunduğunda tarihin unutulmaz simaları arasına giren sembol isimlerin neredeyse tamamının sömürgecilere karşı mücadele eden önderler olduğu açıktır. İslam'ın ve Arap Hristiyanlığı'nın, misyonerliği Arap topraklarına getiren sömürgeciliğe karşı mücadelede önemli rollerinin bulunduğu da açıktır. Nasır, en net bir şekilde bu gerçeği dile getiren kişiydi. 1964 yılında Kruchov'un kendisiyle yaptığı röportajda, şöyle demişti: "Dine gelince, siz, din adamlarının günahını dinin üzerine attınız. Kusur, din adamlarının kusuruydu, dinin değil. Mescid her zaman için devrimin karargahı olmuştur. Emperyalizme karşı mücadelede bizim daima sığındığımız kale olmuştur. 1956 yılında üçlü savaş meydana geldiğinde, Ezher'den şöyle hitap ettim: Din, (zulme karşı mücadelede) kendisine sığınacağımız bir sığınaktır."

Sömürgeci saldırıların başından bu yana, ırkçı kültürü beraberinde taşıyan siyonist yerleşimciler karşısında ümmetin kültürel ve dini mirası ve özellikle de İslam'ın ve Hıristiyanlığın mukaddesatının hedef alındığı açıktı. Napolyon Mısır'ı işgale, Ezher'e baskın düzenleyerek başladı, aynı şekilde onun emir kulu General Yakup da ilk baskını Kıpti Patrikliğinin avlusuna atı üzerinde düzenledi. Müslümanlar ve Kıptiler o dönemde, her iki dinden Mısırlıların Fransızlar tarafından esir alınarak bir kalede hapsedilmesi üzerine kardeşlerini kurtarmak için birlikte hareket etmişlerdi. Bu nedenle Mısırlılar General Yakup'u hain olarak nitelediler, o da işgalin başarısız olmasının ardından Fransızlarla birlikte ülkeden ayrıldı.

Öte yandan denizden nehre kadar işgal edilmiş Filistin'de de Nekbe'den bu yana mescitlere ve kiliselere yönelik saldırılar sürmekte, vakıf arazileri gaspedilmekte, Mescidi Aksa'nın ve Kubbetüs Sahra'nın enkazı üzerine Süleyman heykelinin dikilmesine yönelik çağrılar sürerken, Ağlama duvarı da Yahudiler tarafından gasp edilmekte. Bu nedenle İslami hareketin halk tabanı ve liderlerinin, bu hareketlerin yönetime gelmiş olanlarıyla halen muhalefet saflarında kalmış olanlarının, siyonist-emperyalist ittifaka karşı mücadelede hem vatan bazında hem de dini olarak sorumlulukları diğerlerine nazaran kat be kattır.

Arap milliyetçisi önderlerin Araplıkla İslam marasında herhangi bir çelişkinin olmadığını kavradıklarını ve tehditlerin Arap ulusunun bütün dinamiklerine yönelik olduğunu idrak ettiklerini gösteren bir gelişme, 80'li yılların başlarından beri Arap milliyetçiliğinin sembol isimlerinin İslami hareketlerin liderleriyle siyasal İslam'ın fikir babalarını derin diyaloglar gerçekleştirmeye yönelik çağrıları olmuştur. Bütün bu çağrılar ve çabalar, sonunda meyvesini verdi ve "Arap- İslam Kongresi" adıyla bir kongrenin düzenlenmesiyle sonuçlandı. Bu kongre, "Arap Ulusal Kongresi"nin belirlediği altı milli hedefi, yani, vatanın kurtuluşu, Arap birliğinin tesisi, demokrasinin yerleşmesi, sürdürlebilir kalkınmanın sağlanması, sosyal adalet, kültürel yeniden doğuş için mücadele şeklinde belirlenmiş ilkeleri benimsedi. Arap-İslam Kongresi'ne katılarak bu altı ilkeye bağlılıklarını ilan eden en önemli isimler arasında Raşid Gannuşi, Yusuf el-Kardavi, Müslüman Kardeşler İrşad Merkezi üyesi Isam el Uryan, Ürdün Müslüman Kardeşler teşkilatının eski genel sekreteri Genel Abdüllatif Arabiyyat vardı. Son tahlilde bütün bunlar, iktidara gelen ve gelmeye aday İslami hareketlerin bu altı hedefe bağlı oldukları, bu bağlılığın onların hem dini hem de milli çerçevede vefa gösterilmesi gereken hususlar olduğu anlamına gelir.

Son soru: İslami hareketlerin lider ve tabanı, söz konusu altı ilkeye bağlı kalarak iradelerine boyun eğdirme çabalarını boşa çıkarabilecekler mi? Bunun olmasını temenni ederiz. Yoksa iktidarın çekiciliği, onları siyonist-Amerikan tuzağına düşürerek Arap devrimlerinde devirdikleri diktatörlerin saflarına mı katılacaklar?

Dünya bülteni için el Kudsü'l Arabi'den Faruk İbrahimoğlu tarafından tercüme edilmiştir.