Geçtiğimiz dönemde "Ortadoğu"da Erdoğan tarzı Türk dış politikasının mühendisi Ahmet Davutoğlu'nun sahibi olduğu "Sıfır Sorun" teorisi kadar yaygınlık gösteren ve ilgi gören başka bir teori olmadı.  Bunun kadar hızlı sarsılan ve düşüşe geçerek neredeyse tümüyle zıddına dönüşen başka bir teorinin olmadığını da söylemek gerekir. Bu yüzden sıfır sorun politikası yerine tırmandırma politikası olarak isimlendirilmeyi hak etmiş bir teoridir.

Bugün, söz konusu teorinin ortaya atılmasından bir kaç sene sonra, Türk diplomasisi kendini, Amerikan Kongresi'nden Fransız senatosuna kadar bir çok ülkenin parlamentoları arasında dolaşan bir Ermeni sorunu kriziyle boğuşur buldu. Ardından sırasıyla İran, Irak ve Suriye ile ilişkilerde kriz patlak verdi, kadim sorunlardan biri olan Kıbrıs meselesi, Kıbrıs karasularında ve çevresindeki hidrokarbon araştırmalarıyla birlikte çok daha karmaşık hale gelerek bu sorunun aktörleri arasına yeni oyuncuların katılmasıyla sonuçlandı.

Davutoğlu'na göre "Stratejik derinlik" siyasi oyunun, çıkarların ve milletlerin, mezheplerin ve ulusçuluğun geçici ittifaklarının açık alanı, "yumuşak güç"ün deneneceği rahat bir meydan ve bölge halkları ve devletleri arasındaki işbirliği ve dayanışmanın zengin sahası olacağına, görünen o ki bu derinlik, "Suriye meselesi"nin daha da kötüye gitmesiyle birlikte giderek azalmakta, bütün bir bölgeyi baştan aşağı yaran ve neredeyse birbiriyle çatışan iki kampa taksim eden mezhebi bölünme, coğrafyaya göre konumlanmakta. Bugünlerde sanki Ankara'da birileri Sünni İslam'ın sözcülüğüne soyunmayı ciddi ciddi düşünmeye başladı. Ankara, Sünni İslam'ın geleneksel liderliğinin yokluğunda bu dünyanın liderliğini elde etmeye istekli görünüyor.

Türk dış siyasetinin yönetimindeki bu dönüşümün Ankara'nın tutumu ile uluslararası ve bölgesel ittifakların haritasındaki konumunda bir takım değişiklikler ve geçişlerle uyumlu olduğunu ihsas ettiren bazı şeyler var. Nitekim Türk dış politikası, Obama-Erdoğan zirvesinden sonra Washignton'la olan ilişkilerde eski sıcaklığına dönüş yaparak Ankara'nın füze kalkanına karşı siyasetinde atlantik boyutunu etkin hale getirmiştir. Bu gelişme, Batı dünyasının Türk modeline yakın "Sünni İslam"a ama özellikle de İhvan'a karşı geliştirdiği açılımla eşzamanlı olmakla birlikte İsrail'le yaşanan anlaşmazlığın rafa kaldırılması ya da arka plana atılmasıyla da sona erecek gibi görünmüyor.

Bu gelişmeler, açık bir şekilde Davutoğlu'nun son Tahran ziyaretine yansıdı, Davutoğlu orada yaptığı açıklamada görevinin tamamen "Atlantik boyutu"yla ilgili olduğunu belirtmiş, "mesaj taşıyan" rolüne vurgu yapmıştı. Birkaç gün sonra ise dikkat çekici bir açıklama yapan Davutoğlu, Şiilerin çoğunluk hükümetini oluşturduğu Lübnan ve Irak'ta değişim çağrısında bulundu. Lübnan'da kurulan koalisyonun Emel ve Hizbullah'ın Hristiyan Mişel Avn'la ittifakına dayandığını belirtmek gerekir.

Bu açıklamalar, Bağdad ve Beyrut'ta tepkiye neden olduğu gibi, bulundukları ülkelerde hükümetleriyle olan sorunları henüz Davutoğlu'nun değişim çağrılarının ulaştığı noktaya ulaşmamış bulunan Sünni çevrelerde de şiddetli bir öfkeye yol açtı. Sanki Davutoğlu, söz konusu ülkelerde Sünnilerden fazla Sünni olmak ister gibiydi. Lübnan'daki keskin tepkiler, 8 Mart hareketi güçlerinden gelirken Irak'taki tepki ise Maliki hükümetinden geldi. Burada Davutoğlu'nun bu iki ülkedeki çağrısı, bölgede mezhepçilik ateşini tutuşturmanın sorumluluğunu İran'a yüklediği açıklamalarıyla aynı döneme denk geldi. Bu açıklamanın ardından Türkiye'nin Esed ailesini Suriye'de yönetimi bırakmaya çağırdığı resmi düzeydeki açıklamaları geldi. Türkiye, bu tutumuyla Suriye muhalefetine ama özellikle de muhalefetin "Özgür Suriye Ordusu"nun temsil ettiği askeri kanadına yönelik eşi benzeri görülmemiş bir destek veriyordu.
Türk dış siyasetindeki bu gelişmeler Ankara'nın "hakem" ve "arabulucu" rolünden bölgedeki anlaşmazlıklar ve sorunlarda taraf olduğu bir noktaya getirdi. Her ne kadar bu role başkalarından çok daha ehliyetli olsa bile bu gelişmeler ona "krizlerin yangın söndürücüsü" rolünü oynama kabiliyetini elinden aldı. Ankara, önce İsrail'le ilişkilerinin kötüye gitmesi, sonra Şam yönetimiyle arasının bozulması nedeniyle Suriye ile İsrail arasında gerçekleştirdiği arabulucu rolünü kaybetti. Tüm bu olaylardan sonra Ahmet Davutoğlu'nun Lübnanlıların yarısı, Iraklıların yarıdan fazlası, Suriyelilerin üçte ikisinden fazlası ve İranlıların dörtte üçü tarafından çok olumlu karşılandığını zannetmiyorum. Yukarıda belirttiğimiz bu gerilimli süreçle birlikte bu karmaşık diplomasi nasıl olur da yakın ve uzak komşularıyla sorunlarını sıfırladığını iddia edebilir? Nasıl, "Yumuşak güç" ve "Örnek diplomasi" modelini oluşturduğunu ve çeşitli gruplar arasında "köprü" görevi gördüğünü söyleyebilir? Köprü kelimesi Davutoğlu'nun sevdiği sözcüklerden olmayıp ülkesinin konumunu ve yerini tanımlamak için bu sözcüğü kullanmaya pek de istekli değildir. Bunun yerine bölgesel ve uluslar arası bir merkez, fikirler ve girişimlerin yaratıcısı, etkin bir aktör olarak Türkiye ve "Stratejik Derinlik" kelimelerini tercih etmektedir.

AK Parti'nin on yıllık bir yönetim tecrübesinin ardından Türkiye, Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bölge başkentlerine düzenlediği ziyaretler ve liderlerle yaptığı buluşmalarla rakamsal bazda rekor kırmış olabilir. Ancak Ankara, politikalarını gözden geçirmediği sürece, çevresel ilişkilerindeki içe kapanma ve izolasyon dönemine yeniden dönüş emareleri göstermeye başlamıştır.

Türkiye'nin oluşumuna çok da fazla katkıda bulunmadığı Arap Baharı, Türkiye'ye büyük bir hareket kabiliyeti, bir çok Arap ülkesinde nüfuz kazanma imkanı sağladıysa da son derece cazip fırsatlarla dolu gibi gözüken bu Bahar, aynı ölçüde tehditlerle dolu görünmektedir. Ankara'nın Suriye'de yaşanan krize yönelik yürüttüğü siyasi yöntem, "Sıfır sorun siyaseti"nden başlayarak Türk siyasetinin sahip olduğu bütün faraziyelerin denendiği en büyük ve en tehlikeli bir mihenk taşıdır. Yaşayan görür.

 

Dünya Bülteni için Ürdün'de yayınlanan Ed Düstur gazetesinden Faruk İbrahimoğlu tarafından tercüme edilmiştir.