Başkanlık yarışı günümüz Amerika'sında gerçek tehlikelerin neler olduğunu açığa çıkarıyor. Söz konusu tehlikeler siyasî bölünmüşlüğümüzden, ekonomik belirsizliklerden ya da askerî güvensizlikten değil, bu vakada pek de pozitif olmayan dinî karakterimizden kaynaklanıyor.  
  
Dinî hoşgörüsüzlük, adayları karşı karşıya getiren hemen her tartışma programında İslam'ın kötülenmesi şeklinde kendini gösteriyor. Ve bu durum geri tepecek. İslamî faşizm sözü, retoriğin hammaddesi haline geldi. Sadece yorumcuların değil, Demokratları bu kelimeyi ya da ona denk gelen başka bir terimi kullanmamakla açıkça suçlayan bir uçtaki sert adam Rudy Giulani'den, İslamî faşizmi "bu ülkenin şimdiye dek karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike" olarak tanımlayan diğer uçtaki "cici" aday Mike Huckabee'ye kadar tüm Cumhuriyetçi adayların konuşmalarında bolca yer alıyor.

Faşizmi tanımlayan akımlar Hıristiyanlıkla bağlantılı olmasına rağmen, -İtalya'da Mussolini iktidarında dolaylı olarak, Franco İspanyası'nda ise doğrudan- faşizm ilk defa bir dinle eşleştiriliyor. Faşist etiketini hak etmiş olan Kuzey İrlandalı Protestan ve Katolik teröristler bu kelimenin dinleriyle birlikte anıldığına tanık olmadılar. Hindistan'daki Hindu radikaller de, Sri Lanka'daki Budist yobazlar da. Diğer dinlerin bağnaz militanlıkları bu şekilde algılanmamasına rağmen, İslam ve faşizmin iç mantıklarının uyuştuğuna dair bir inanç, özellikle muhafazakâr Amarikalı Hıristiyanlar arasında yaygın. Siyasi adaylar söz konusu Hıristiyanlara seslenirken, örneğin Hitler veya Stalin'den gelen tehditleri İslamî faşistlerin emellerinin yanında daha halim selim kılan bir dil kullanıyorlar. Kendi söylemlerini Cumhuriyetçilerin muhafazakâr ve dindar tabanına hitap edecek şekilde oluşturmak Demokratlara pek kazanç sağlamaz. Ama kendi paylarına, onlar da İslam'ı kötülemeye her an hazır. Geçen haftaki tartışma sırasında, moderatör Brian Williams, Barack Obama'ya internet üzerinde dönen, Müslüman olduğuna dair dedikoduları sordu. Sorunun tonu Obama'nın utanç verici bir suçlamayla karşı karşıya olduğunu hissettiriyordu. Obama kısaca Hıristiyan olduğunu beyan ederek cevap verdi. Ama "Müslüman olmamda ne gibi bir sakınca var?" diye sormadı. Bunu yapmış olsaydı başkanlık atmosferinde kendisine oy kaybettirmiş olurdu.

Benim konum da bu mevcut atmosfer. Son yıllarda ülke hem kendini üstün görme hem de diğer dinleri, özellikle de İslam'ı aşağılama güdüleriyle ortaya çıkan dar bir Hıristiyanlık coşkusunun işgali altında. Bu olgu Evanjelik köktencilikte yoğunlaşmış durumda, ama onunla sınırlı değil. Birleşik Devletler'in bu ihtilaflardaki kendi varlık sebebi dinî iken Ortadoğu, Kuzey Afrika veya Güney Asya gibi dinî tutkuların pençesindeki bölgelerde yapıcı bir dış politikaya sahip olması mümkün değil. Mesele daha geniş. Her iki partinin tüm önde gelen adaylarının Irak konusundaki entelektüel ve ahlakî tıkanıklıkları, kelimeyi kullansalar da kullanmasalar da İslamî faşizm paradigmasında hapsolmuşluklarından kaynaklanıyor. Adaylar, Müslüman teröristlerin temel amacını, John Mc Cain'in deyimiyle "biz"e karşı "aşkın" bir savaş olarak tanımlarken, Irak'ta ve tüm Müslüman âleminde militan Müslüman köktencilerin öncelikle, dine ihanet ettiklerine inandıkları kendi insanlarıyla savaş halinde olduğunu unutuyorlar. Müslüman akademisyen Rıza Aslan'ın gözlemlediği gibi, Usame bin Ladin'in Dünya Ticaret Merkezi'ne saldırısı Batı'daki "uzak düşman"ın fethinden ziyade İslam'ın kendi hanesinde bir temizlik harekâtı başlatma amacı taşıyordu. Bu strateji tam da istediği savaşçı tepkiyi doğurarak amacına ulaştı. Çünkü Amerika'nın İslam'a yönelik cahilce ve din kaynaklı önyargısı gayet öngörülebilirdi. Bin Ladin'in tahmin edemeyeceği ise, Washington'da Tanrı'nın kendilerine desteğinden en az kendisi kadar emin, kendi kafa yapısına uygun partnerlerin işbaşına gelerek din savaşını ileriye götürecekleriydi.

 
Kaynak: Zaman