Önceki yazımızda, ‘Oy vermenin İslam’daki Yeri’ konusunu işlemiştik. Ancak bazı iyi niyetli okuyucularımızın yorumlarından, oy vermenin alt yapısını oluşturan ‘siyaset’ kavramının tam ve doğru olarak anlaşılmadığı kanaatine vardık. Bu bağlamda yorumlara temel teşkil eden aşağıdaki iki hususa açıklık getirme gereği ortaya çıkmıştır:
1- ‘Oy vermek mevcut sistemin yapısına ve içeriğine iman etmek, onu bir bütün olarak kabul ve kalben tasdik etmek anlamına gelir ki, bu seküler bir sistemi onaylamak anlamına geleceği için tehlikelidir..!’
2- ‘Seçilen kişinin yasamaya (kanun yapma) katılması itikadî açıdan mahzurlu olduğu kadar, onu oylarıyla seçenler de, onun meşru ve gayr-i meşru bütün icraatlarına, hasenâtına ve seyyiâtına, sevabına ve günahına ortak olurlar’ deniliyor.
Bunları sarahate kavuşturmadan önce, siyaset kavramı ile ilgili bazı bilgiler aktaralım:
Arapça bir kelime olan ‘siyaset’ sözlükte, ‘yönetmek, bakım yapmak ve idare etmek’ anlamlarında kullanılır. Nitekim at bakıcısına ‘seyis’; toplum idarecisine de ‘siyasetçi’ denilir. Her iki kelime de aynı köktendir.
İslam literatüründe ise, ‘Toplumu dünya ve ahirette mutlu kılacak, onu dünyada sıkıntılardan, ahirette de cehennem azabından kurtaracak yolu göstererek onların bu yoldan gitmelerini sağlayabilmek için bütün engelleri ortadan kaldırmak ve halkı medenileştirerek yönetmek’ şeklinde tanımlanmaktadır. Dolayısıyla siyaset görevini hakkıyla yerine getirenlerin başında peygamberlerin geldikleri ifade edilmektedir (İbn Abidin, Hudud, 4/15)
Başka bir ifade ile İslam siyaseti, fert ve toplumu İlahî külli akıl, ilim, adalet, ahlak ve hukuk anlayışıyla şekillendirmek ve yönetmektir.
İslam’da doğru ve yanlış, hak ile bâtıl vahiyle belirlenmiştir. İslam nizamında hüküm koyma yetkisi direkt olarak Allah’a aittir. Ancak hakkında nass bulunmayan, zemin ve zamana göre değişebilen siyasal ve sosyal alanlarda ise, bu yetki dolaylı olarak ilim ve siyaset adamları tarafından kullanılır. Bunların ortaya koymuş oldukları hükümler hiçbir zaman vahiy (nass) hükümlerine aykırı olamazlar. Çünkü, külli ilahi akla aykırı her hüküm/yasa, fert ve toplum hayatını sıkıntıya sokar, huzuru bozar. Merhum AbdulkadirUdeh’in dediği gibi, ‘Yaratıcı ile yaratıklar arasındaki fark ve mesafe ne ise Hâlık’ın hukuku ile mahlukun hukuku arasındaki fark da o kadardır.’
Bütün siyasal ve sosyal oluşumlar, Allah’ın koymuş olduğu doğru ve yanlışa ters düşmeme çerçevesinde şekillenmek durumundadır. Bu noktadan bakıldığında, hak ile bâtıl kendi şeklini bulmuş olur.
İslam dini, toplumu huzurlu bir yapıya dönüştürme adına siyasi talepleri bulunan ve tarihinde bunu peygamberiyle uygulama alanına koymuş bir dindir. Ancak bu uygulama kısa sürmüş ve hilafet döneminin ardından, asırlar boyu dinin kendi özüyle çelişen saltanat sistemi etkili olmuştur. Bu bakımdan İslam’ın kendine özgü siyasî geleneği olan şûra (halk iradesi) sistemi Hz. Ali’nin hilafetinden sonra Bizans ve Sasanilerden ithal edilen saltanat sistemiyle kesintiye uğramış, kavramsal olarak mevcut olmasına rağmen, kurumlaşma hususunda yeterli pratiğe sahip olamamıştır.
Günümüzde neredeyse tam manasıyla İslamî yönetim uygulanıyor diyebileceğimiz bir ülke yoktur. Dolayısıyla müslümanların hemen tamamına yakını İslam’a uygun olmayan bir sistem içerisinde hayatlarını kerhen sürdürüyorlar. Hiçbir izan ve irfan sahibi, cehennem servisi olan günah ve masiyete vize veren bir yaşam biçimine rıza gösteremez. İslam dünyasının İslam’ın emrettiği itikâdî, ahlakî, hukukî, ilmî, teknolojik, ekonomik ve askerî alanlarda süper güç olmasına en büyük engel, İslam dünyasının siyasi/devlet yönetimlerinin kendi halklarıyla barışık olmamaları ve kendi halklarıyla kavgalı, kendi halkının millî ve manevî değerlerine saygı göstermemeleridir. Bu nedenle bilimsel araştırmalara ve teknolojik keşiflere vakit bulamamaktadır.
Meseleye bu zaviyeden bakmak gerekir. Ancak, İslam’ın siyasal nizamında müslümanın oy kullanma veya kullanmama diye bir endişesi söz konusu değildir. Avrupa’nın yanısıra istibdat ve despotlukla yönetilen bazı İslam ülkelerinde yaşayan müslümanların oy kullanma konusunda manevi bir endişeleri vardır. Şimdi böyle bir durumda İslam’ın bakışını ortaya koymaya çalışalım:
İslam iki ana üniteden ibarettir: İnanç sistemi/İman ve amel. İnanç sisteminin temel unsurları, Ehl-i Sünnete göre, ‘Amentü’nün altı ilkesidir. Amel ise, hayatı kuşatan bu temel kalbî ilkelerin pratiğe geçirilmesidir. Ancak amel’in alanı geniştir. İbadetten, Muamelata, Ahvâl-i Şahsiye’den Ahkâm-ı Sultaniye’ye, Siyer’den Murafaa hukukuna kadar geniş bir yelpazeyi kaplar.
Ehl-i Sünnet alimlerince yapılan bu taksime göre İslam siyaseti, bizatihi inanç olmadığı, amel/fiil olduğu için, iman esasları içerisinde değil, Ahkâm-ı Sultâniye kapsamında değerlendirilmiştir.
Şu halde siyaset itikadî ve imanî değil; ticaret, ziraat ve sanat gibi iyi ve kötü yönü bulunabilen iki cepheli bir konudur. Çünkü, mükellef insandan çıkan sözlü ve eylemsel her fiil gibi siyaset de ister yasama tarzında ister uygulama biçiminde olsun Şer’î hükümlerden birinin kapsamına girmektedir. Bunlar da farz, vacip, haram, mekruh, sünnet ve mübah gibi hükümlerden biriyle değerlendirilir.
Yani, doğru ve yanlışı belirleme mercii olarak Allah’ı (c.c) gören bir topluluk da gelişen şartlara uygun olarak ‘yasama’ yapabilir. Ancak yasama kurumu, Allah’ın belirlemiş olduğu sınırları dikkate alarak yeni kanunlar koyabilir. Onu İslamî kılan bu anlayıştır. İslam’ın siyasi strüktürü içerisinde, iman, ibadet, helal ve haram gibi konular hiçbir şekilde tartışma konusu yapılamaz. Hakkında açık nass (ayet ve sahih sünnet) bulunmayan konular ise, çözümü için ilmi iradeye (içtihatlara), siyaset kurumlarına bırakılmıştır. Yönetim birimleri bu konularda vatandaşlara doğru hizmeti götürebilmek için gerekli yasal düzenlemeleri yapmak durumundadırlar.
İslam’ın yöneticilere ve halka tanıdığı teşri alanı, bilimsel içtihatlar ile toplumsal hizmetleri düzenleyen siyasal yasama alanıdır. Yüce yaratıcı, kullarına/yaratıklarına farz/vacip, sünnet/mendup, haram/mekruh ve helal/haram gibi zaruri hükümleri kaldırma veya değiştirme yetkisini -kat’iyyen- tanımamıştır. Çünkü bireysel olan bu hükümler, fertleri ıslah etme projeleri ve tedavi etme yöntemleridir.
Ancak iman ve küfrü, bir çok günah ve salih ameli eşit gören, cennet ve cehenneme inanmayan seküler anlayışın İlahî otorite gibi bir derdi yoktur. Burada doğru ve yanlışın kaynağı insandır. Örneğin demokrasilerde ‘çoğunluk’, doğru ve yanlış için bir kıstas olarak belirlenmiştir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, seküler sistemler içerisinde toplumlar büyük mücadelelerle yönetime dair önemli merhaleler katetmiş ve köklü bir kurumlaşma süreci yaşamışlardır. Dolayısıyla bu kurumsallaşma süreci yönüyle İslam’ın kendine ait siyasal sistemiyle mukayese edildiğinde, ondan iktibas edilebilecek birçok kısımlar da olabilir.
Bütün bu süreçler, insanlık tarihi boyunca yöneticilerin şu iki görevi hakkıyla yerine getirmekle yükümlü olduklarını ortaya koymaktadır:
Bireylerin temel insanî hak ve özgürlüklerini muhafaza etmek.
Bireyin ve toplumun hayatını kolaylaştıracak hizmetleri gerçekleştirmek. Bunlar
arasında sağlık, eğitim, bayındırlık, ulaşım, iletişim, ekonomi, sosyal barış, iç güvenlik, uluslar arası ilişkiler, ticarî ve tarımsal önlemler, işsizlik ve yoksulluğu bertaraf etme, altyapı, kanalizasyon, su, elektrik ve teknoloji gibi hizmetler sayılabilir.
Şu halde, topluma götürülmesi gereken bütün hizmetlerin siyaset kapsamı içerisine girdiği görülmektedir. Keza, yasama (kanun çıkarma) denilen olay da, anılan toplumsal hizmetlerin halka götürülebilmesi için yapılması gereken planlama ve programlamadan başka bir şey değildir. Yani kanun çıkarmak bir hizmet planıdır. İcraat yapmak da planlanan hizmetlerin uygulanmasıdır. Her iki alandaki faaliyetin, direkt olarak itikat ve iman alanına girmediği, aksine ameli alana girdiği meydandadır
Siyaset kavramını ve siyasetin mahiyetine böylelikle temas ettikten sonra, şimdi başta ortaya koyduğumuz iki düşünceyi değerlendirelim:
a) Oy vermek, oy verilen kişinin –varsa- bâtıl inancını kabul etmek anlamına gelmez. Şöyle ki; Milletvekili, milletin hizmet vekilidir, milletin hizmetçisidir. İstihdamda temel politika görev ehliyetidir, ihtisastır. Bu İslam anlayışında da böyledir. Bir gayr-ı müslimi, hizmetkâr olarak, çiftçi, marangoz, duvarcı olarak çalıştırmak veya zimmî bir köleyi satın almak dinen caizdir.
Bir gayr-ı müslim kölenin satın alınması, onun bâtıl inancının da satın alındığı anlamına gelmez. Nitekim zimmînin doktor, mühendis, kuyumcu, tüccar olması caiz olduğu gibi ihtisası bulunan bazı alanlarda bakan olması bile caizdir. Bakan olması caiz olan bir kimsenin – ki İmam Mâverdi, caiz olduğunu söylüyor-, milletvekili olması da caizdir. Yani, İslam devlet başkanının bir zimmîyi bakan yapması onun bâtıl inancını kabul etmesi anlamına gelmez.
Kaldı ki, herhangi bir kimsenin -milletvekili adayı olsun ya da olmasın- bâtıl inancını benimseyen bir kimse, ona oy vermezse bile yine imanı tehlikede olur. Çünkü iman ve küfür, elle alış-verişi yapılan bir şey değildir; bunlar kalbe ait sıfat ve özelliklerdir. Süngü ile de değişmezler, bunun için İslam “inançta zorlama yoktur” ilkesini koymuştur.
Yurtdışında bütün müslümanlar oyunu kullanmakta ve genel olarak sosyalist partilere veya Hıristiyan demokratlara vermektedirler. Bunlar oy kullanırken inançlarını hiç akıllarından bile geçirmezler. Oysa şimdiye kadar, İslam alimlerinden hiçbiri, gayr-ı müslim bir ülkede oy kullanmak caiz değildir veya kullanan kafir olur şeklinde bir fetva vermemiştir.
Keza gayr-ı müslim biri, müslüman bir kimseye ya da müslüman bir partiye oy verirse, bu onun, oy verdiği müslüman kimsenin veya partinin inancını kabul ettiği ve dolayısıyla müslüman olduğu anlamına gelir mi? Elbette hayır!
Ayrıca, aday olan kimseye oy vermek caiz olmazsa; aday olmak da caiz değildir. Çünkü, verilmesi caiz olmayan bir şeyin alınması da caiz olmaz -rüşvet gibi-.
Milletvekili olmanın caiz olmadığı düşünülen bir yapının herhangi bir bölümünde yer almak da caiz olmayacaktır. Böyle bir durum, dini hassasiyeti olanlar için, doğru yaşayabilmeleri adına tam bir intihar demek olur.
b) Oy vermek, oy verilen kişinin bütün siyasî günahlarına ortak olma anlamına da gelmez. Şöyle ki;
Desteklenen kişi, mevcut yanlışların yangınını söndürmek niyetiyle aday olmuş ve seçilmişse ayrıca yangını elinden geldiği kadar azaltmaya ve söndürmeye çalışıyorsa, onu yangının çıkarılmasından sorumlu tutmak veya söndüremediği kısmından mesul görmek doğru olmaz. Kaldı ki, o kişi söndürebildiği kısmın sevabını bile alır. Keza onu destekleyenler de sevabına ortak olurlar.
Şayet, desteklenen kişinin, kendi iradesiyle topluma gayr-ı meşru ve zararlı icraatlar götürmeye çalışacak azim ve niyette olduğu biliniyorsa, bu durumda ona bu imkanın sunulması, onun toplumun mukadderâtına musallat edilmesi onun icraatlarına ortak olmak anlamına gelir. Çünkü siyaset bir şirkettir. Şirketin her üyesi, o şirketin kârına da zararına da, sevabına da günahına da ortaktır.