Kesin bir şey var: 'Müslüman dünya'sı tam bir perişanlık içinde. Gerek siyasal liderlikler, halka rağmen sistemler, zihniyet ve aidiyet bakımından azınlık iktidarlarının dışa bağımlılıkları... Yaşanmakta olan birkaç yüzyıllık maddi kriz bilinç kaymasına, akıl tutulmasına, kimlik krizine dönüşmekte...
Bize sürekli olarak telkin edilen 'İslam alemi diye bir gerçeğin olmadığı', olmayan bu fanteziye yaslanarak alternatif çözüm arayışlarına girmenin anlamsızlığı telkin edilmektedir. Batılı bakış açısına göre bütünlüklü bir 'İslam alemi' yoktur, yerel bölgesel pratiklere göre şekillenmiş farklı kültürler vardır. Bunların bütüncül bir dünya sistemi, medeniyet tasavvuru önerisinin olduğu söz konusu bile edilemez.
Gerçekten de resme baktığımızda içinde bulunduğu coğrafyanın tam bir kaos içinde olan Müslümanlar kendi sorunlarını bile Batı'nın askeri gücü olmadan çözecek durumda değil! Hatta birbiriyle yaşadığı çatışmaların, savaşlarda dökülen kanların düşmanlarının yaptıklarından daha fazla olduğu bile söylenebilir. İki Müslüman ulus arasındaki savaş bile Batı'nın müdahalesi olmadan çözülemiyor.
Tarihsel perspektiften bakıldığında bu anlatılanların resmin tamamını göstermediği açıkça anlaşılır. Bir kere 'İslam alemi' yerine özellikle 'Müslüman dünyası (Muslim world)' tabirinin tercih edilişine dikkat çekmekte yarar var. Yaşayan pratikte Müslümanların hastalıklı, eksik, yanlış hallerininin İslam hanesine yazıldığı oryantalist bir kelime oyununu görmek gerekiyor.
Müslümanların İslam'la kurdukları sağlıksız, hatta gayrı-sahih ilişki biçimine bakarak İslam aleminin olmadığı, hatta İslam medeniyetinin hiç vuku bulmadığı hükmüne varılmak istendiği ve yaşanan pratiklerden hareketle sonuçta Batı'nın askeri, ekonomik gücüne ve uygarlığına teslim olmak gerektiği sonucunun çıkarılmak istendiği çok açık.
Oysa Batı'nın sömürgeci yükselişinin dayatmaları ile kendine gelememiş; İslam ölçüleri, medeniyet birikimi ile sağlıklı bir ilişki kuramamış; uyanışın arifesindeki bir dünyadan bahsediyoruz. Medeniyet muhasebesi yapmadan 'İslam dünyasının perişanlığı retoriği' son derece sığ ve ucuz bir polemik malzemesi olmaktan öteye geçemez.
Müslümanların kendi sorunlarını bile çözmekten aciz halleri sebebiyle coğrafyalarındaki kaostan dolayı Batı'yı suçlamaları hem haklı hem kolaycı bir yaklaşım. Ancak hegemonik projeler, faşist ya da emperyalist niyet ve uygulamalar yok sayılırsa 'neden kendi sorunlarınızı kendiniz çözmüyorsunuz' itirazının hiçbir anlamı yok. 'Dünya sistemi' denilen küresel hegemonyanın şifreleri, çıkar ilişkileri, argümanları ve yerli unsurları deşifre edilmeden bu itirazın hiçbir anlamı yoktur.
Peki, 'Batı' denilen, dünyaya evrensel uygarlık normu dayatan, bütünlüklü bir dünya mevcut mudur? Çıkar ilişkileri örtüştüğü için bir bütünlükten bahsetmek mümkün. Batı'nın yükselişe geçtiği tarihten itibaren büyük savaşların önemli kısmının kendi arasındaki kapışmalar sonucu olduğu gerçeği bile bunu göstermeye yeter.
Kan banyosuna dönen Ortadoğu'nun hali pür melaline bakarak 'Batı'nın ne kadar kurtarıcı misyon sahibi olduğu' yanılsaması yaşanabilir; daha elli yıl önce elli milyon insanın öldüğü 'dünya paylaşım savaşı' unutulursa...
Bugün Suriye'de yaşanan katliam, Müslümanların savaşla birbirini boğazladığı gerçeği sadece İslam dünyasına fatura edilebilir mi? Yahut Batı'nın kirli tezgahlarının olması bizi sorumluluktan kurtarır mı? İki sorunun da olumlu cevabı yok şüphesiz.
Ancak İslam dünyasının olmadığı iddiasıyla İslami çözüm arayışlarından, İslam alemi ütopyasının realize edilme beklentisinden vaz geçmemiz istenmektedir. İslam dünyası çok daha karanlık dönemlerden geçti; bu derin krizi atlatacak birikime ve en önemlisi ilahi vaade sahiptir! DEVAMI>>>