İran’ın varsa Türkiye’nin neden olmasın?
Oysa soru şuydu: İsrail’in varsa İran’ın neden olmasın?
Rusya ve Çin'in BM Güvenlik Konseyinde Suriye'ye yapılacak bir müdahaleyi veto etmesi üzerine Suriye konusu Soğuk Savaş benzetmeleri üzerinden izah edilmeye başlandı. Esad rejiminin Rusya tarafından gözetiliyor olması Rusya'nın Soğuk Savaş saikleri ile bölgede pozisyon aldığı yorumlarını yaptırıyor. Tespit son derece yerinde. Gerçekten de "Arap Baharının" kaderi Soğuk Savaş ekseninde ilerliyor. Ancak esas oğlan Rusya mı ABD mi?
Açıkçası ABD'nin Tunus'ta başlayan ve domino etkisiyle neredeyse bütün bölgeye yayılan devrimleri kendi lehine çevirme çabası Soğuk Savaş sonrası elde ettiği egemen güç rolünü terk etmek istememesinden. ABD iki şey için çabalıyor: 1. Yeni kurulacak rejimleri kendi etki alanında tutmaya çalışıyor 2. Arap Devrimlerinin, "haydut devlet" olarak ilan edilen devletleri oyun dışı bırakması ile sonuçlanmasını istiyor. Mükemmel bir strateji. Süreç böyle sonuçlanırsa, her anlamda kazanıyor.
Bu süreç içerisinde bir aktif bir de pasif hamle yapıyor. Aktif hamle BM çerçevesinde Suriye ve dolayısıyla İran aleyhine bir karar çıkartıp, Suriye-İran ittifakını bozmak. Pasif hamlesi ise Türkiye üzerinden savunma sistemlerini oluşturmak. Türkiye'nin Suriye'ye olası bir müdahalede öncülük etmesi çok konuşulsa da Türkiye'ye biçtiği esas rol savunma üzerine olabilir. Bunu iki şekilde yapabilir. Birinci adım füze kalkanı kurmak ki gerçekleşti. İkinci adım Türkiye'yi nükleer silah sahibi yaparak savunmayı pekiştirmek. Hatta karşıt güçle eşitlenmek.
Ocak 2012'de NATO Savunma Koleji Orta Doğu Bölümü Hocalarından Jean-Loup Samaan tarafından hazırlanan bir araştırma analizinde "İran'ın nükleer silah sahibi olması halinde Türkiye'nin de olabileceği" yazıldı. Savunma Kolejinin resmi görüşü olmadığı ama J. L. Samaan'ın şahsi görüşlerinden oluştuğu belirtilen makalede İran'ın nükleer silah sahibi olması halinde ortaya çıkabilecek senaryolar üzerine beyin fırtınası yapılmış. Özetle söz konusu koşulda en az iki bölgesel gücün (İran ve İsrail) ve beş dış gücün ( ABD, İngiltere, Fransa, Pakistan ve Rusya) nükleer silah gücü olacağı; diğer bazı bölge ülkelerinin bu alanda yatırım yapmaya başlayacağı (Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye) ve diğer küçük devletlerin de(Kuveyt, Katar, Umman, BAE) güvenlik sistemlerini arttırmak isteyeceklerini söylüyor. Analizin en can alıcı noktası ise nükleer silahlı İran'ın" Orta Doğu'da yaratacağı zincirleme reaksiyon etkisi". "Çoğalma çoğalmayı doğurur" prensibinden yola çıkarak hali hazırda Orta Doğu'da 13 ülkenin sivil amaçlarla nükleer programlarını geliştirme gayreti içine girdikleri de belirtilmekte.
Nükleer silahın tarihine bakıldığında karşımıza çıkan bir gerçek vardır ki nükleer silah geliştirmek "karşıt güçler" (Encounter Powers) ilkesi üzerinden gider. Bu saik üzerinden dünyada beklenmedik ülkeler nükleer silah sahibidir. Şöyle ki, ABD nükleer sahibi olduğunda Rusya olmuştur. İngiltere ve Fransa sahiptir. Hindistan olduğunda Pakistan da olmuştur, Kuzey Kore olduğunda Güney Kore'nin olması çalışmaları başlamıştır. Ve şimdi İran'ın varsa Türkiye'nin neden olmasın sorusu önümüzde. Oysa soru şuydu İsrail'in varsa İran'ın neden olmasın?
NATO Savunma Kolejinin analizi 6 Şubat'ta Türkiye'ye gelen Güney Kore Cumhurbaşkanın ziyareti ile somut bir aşama kaydetmiş olabilir. Güney Kore'nin nükleer silah sahibi olup olmadığı bilinmemekle birlikte nükleer kapasitesi olduğu bilinmektedir. Şimdilik kaydıyla Güney Kore, Sinop'ta yapılması planlanan nükleer santrale talip. Bu madalyonun görünen yüzü. Aynı santrale Rusya da talip. Ancak Soğuk Savaş dengeleri üzerinden gidilirse ve satranç taşları iyi oynatılırsa Güney Kore ile işbirliğinden ileriye dönük başka sinerjiler de ortaya çıkabilir.
Türkiye'nin söz konusu konuya ikna olup olmadığını bilmiyoruz. Nükleer silah sahibi olmak uluslararası ilişkiler teorilerinde Soğuk Savaş'tan yola çıkarak pozitif bir gelişme olarak da görülmüştür. Soğuk Savaş'ın sıcak savaşa dönüşmeme sebebi her iki gücün de nükleer silah sahibi olmasına bağlanmıştır. Zira taraflardan birinin bu imha gücüne başvurması diğerinin de başvurması demek olur ki bu tarihin sonunu getirecek bir felaket senaryosudur. Yani 'caydırıcı niteliktedir'. Bu bağlam Türkiye için de ikna edici olabilir.
Türkiye bu silahlara sahip olsa bile asla kullanmayacağına yüzde yüz inanır. İran gibi. İran'ın fakihleri nükleer silah caiz değildir diyor. Ancak nükleer silahlar konusunun uluslararası ilişkiler bakımından bir pozitif bir de negatif tarafı varsa pozitif olan caydırıcı olma özelliğidir. Negatif olan ise şu hayati sorudur: Ya bir gün bir 'deli' çıkar ve bu silahları kullanırsa? Ya İran'ın 50 sene sonraki fakihleri silahları kullanmak caizdir derse? Ya da ABD'de, Rusya'da, İsrail'de, Fransa'da, Türkiye'de demokratik zeminler üzerinden yönetime sıçrayan bir delişmen kişilik bu silahları kullanmaya karar verirse? Aynen demokratik zeminlerin diktatör idareciler üretme kapasitesi gibi (örnekse Hitler ve Musolini) olağanüstü hallerin hangi kararları üreteceği de belirsizdir. İrrasyonalizm her zaman devre içidir.
'Aklı, malı, nesli, dini ve canı' korumaya talip Müslüman her idarecinin üzerinde düşünmesi gereken bir sorudur bu son soru. Zira nükleer konusu bu beş maddenin hepsine tehdit oluşturuyor.
Dini kaygıların dışında rasyonel kaygıların da fazlasıyla var olduğu bir alan nükleer. Bölgenin içine girdiği yeni şekillenmelerde Şii-Sünni çatışmasını son derece derinleştirecek, İran ve Türkiye arasında yüzyıllardır devam edegelen dengeli barışçı siyaseti çatışmacı bir eksene çekecek bir atılım. Hatta kalıcı düşmanlıklara zemin hazırlayacak bir girişim. İran ve Türkiye bölgede hiçbir zaman müttefik olmadı evet. Ama derin düşmanlıklar da geliştirmedi. Barışçı ve dengeli bir siyaseti her iki taraf da kendisine ilke edindi. Umarım klasik Türk dış politikasının özenle koruduğu bu denge siyaseti yeni dış politika paradigmaları ile de korunmaya devam edebilir.
Ayşe Sözen, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Doktor adayı