Türkiye IMF ile bugüne dek benim dahi sayısını çok hatırlayamadığım Stand-by, yanında durma antlaşması yaptı.

Bu antlaşmalar ne işe yaradılar, ne sonuçlar ürettiler, iktisat tarihçileri bu konuyu yakın gelecekte umarım tüm detaylarıyla ele alırlar.

2010 ilkbaharında gelinen nokta ise Türkiye-IMF ilişkilerinin bir süre buzdolabına konacağı yönünde.

Hayırlı olsun; sonuçlarını, büyük ölçüde Türkiye’nin mali kuralı ne kadar hayata geçireceği ve hukuk devleti doğrultusunda atacağı adımlara ve küresel ekonomik ortamın gelişimine paralel olarak ülkeye çekeceği doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına bağlı olarak hep beraber göreceğiz.

Türkiye-IMF ilişkilerinin geldiği ve geleceği noktayı anlamlı bir biçimde tartışabilmek için öncelikle IMF’nin ne olduğu konusunu iyi görmek, bilmek lazım.

IMF dediğimiz uluslararası nitelikte, özel amaçlı bir banka; en önemli amacı ödemeler dengesinde sorun yaşayan, cari açık problemi yaşayan ve bu cari açığı sağlıklı bir biçimde finanse edemeyen ülkelere, belirli koşulları yerine getirme, belirli iktisat politikalarını uygulama taahhüdüne giren ülkelere borç niteliğinde kaynak aktarmak ve kaynak aktarmayı düşünen ülkelere, bankalara da söz konusu ülkelerin taahhüt ettiği iktisat politikalarını uyguladıkları ölçüde yeşil ışık yakmaktır.

Anlaşılacağı gibi şayet bir ülkenin cari açık problemi, ödemeler dengesi problemi yoksa IMF’nin o ülkeyle, o ülkenin de IMF ile ilişkisi sadece üyelik ve üyelik gerekleri ile sınırlıdır.

Şayet ülkeniz cari açık problemi yaşamıyor ise IMF sizin için bir şey ifade etmez.

Türkiye de, aynen 2002-2007 yılları arasında yaşandığı gibi yüksek büyüme oranlarını sürdürürken ortaya çıkan cari açık meselesini sağlıklı yöntemlerle, mesela senede yirmi milyar doları aşan doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla finanse edebiliyorsa, IMF ile ilişkiler, yapılacak stand-by antlaşmaları çok da yaşamsal değildir.

İşin en kısa özeti şu: Büyümenin ürettiği cari açık meselesini IMF’nin doğrudan desteği ya da yeşil ışığı olmaksızın çözebiliyorsanız IMF ile anlaşsanız da olur, anlaşmazsanız da olur.

Özellikle de büyük küresel kriz ortamında, Türkiye ekonomisi de senede yüzde altı dolayında küçülüyorsa, ekonomi küçülürken cari açık üretimi de durmuş ise IMF’ye yine ihtiyacınız pek yoktur.

Unutmayalım, IMF’in asli işlevi sağlıklı büyüyen ekonomilerde cari açığın finansmanıdır; Türkiye’de akademi içinde de, özellikle de mali bürokrasi içinde zaten artık IMF’nin önereceği programların teknolojisini bilen çok sayıda insan vardır ve IMF’nin anti-kriz reçetesine ülkemizin know-how düzeyinde ihtiyacı artık pek yoktur (kanıt mali kural).

ANCAK, 2010 senesi büyüme sürecinin yeniden başlayacağı bir senedir; 2009 senesinde taban yapan cari açık yine yükselme eğilimindedir, Ocak 2010 cari açığı aylık yaklaşık 3 milyar dolardır.

Büyümeye paralel olarak 2010 senesinde bazı önemli iktisatçılar yıllık bazda 50 milyar dolara yaklaşacak bir cari açık miktarı beklemektedirler.

Bu büyük cari açık miktarını doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla, portföy yatırımlarıyla (IMKB), IMF olmaksızın finanse edebiliriz; bunun gerçekleşme şartı da hukuk devleti yolunda daha ileri adımlar atmak ve AB sürecini hızlandırmaktır.

YİNE ANCAK, şunu da çok net söyleyebilirim, hem IMF’siz, hem de AB’siz sürdürülebilir yüksek büyüme oranlarının tutturulması, yüksek büyümenin yaratacağı cari açık finanse edilemeyeceği için İMKANSIZDIR.

IMF sürecinin durmasına iyimser bakmak da mümkündür: IMF’siz
bir Türkiye AB yolunda daha emin

adımlarla yürümek ZORUNDADIR; bu da işin bence en iyi yanıdır.  

Kaynak: Star