6 Kasım 2007 Salı günü Avrupa Birliği Komisyonu çalışanlarının hazırladığı onuncu İlerleme Raporu, Türkiye'ye sunuldu.  
 
Bilindiği gibi Türkiye'nin Avrupa Birliği resmi adaylık sürecinin canlanması Aralık 1999 Helsinki Zirvesi ile gerçekleşti ve Avrupa Birliği resmi adaylık prosedürüne göre de ilerleme raporlarının üye ülkelere sunulmasına başlanması resmi adaylık süreci ile gerçekleşirken bu iş, ülkemiz Türkiye için bir sene önce 1998'de yani adaylık resmen tecil edilmeden de başlamış idi.

Hatırlayabildiğim, bilebildiğim kadarıyla resmi adaylık süreci onaylanmadan hakkında ilerleme raporu tanzim edilen ilk ülke Türkiye; aslında bizim resmi adaylık sürecinin ne zaman başladığı da tartışmalı, zira kimilerine göre Türkiye'nin söz konusu süreci 1963 Ankara Antlaşması'nın 23. maddesinden bu yana geçerli; ama gerçekçi olmak lazım ise her iki tarafın da, yani hem Ankara'nın hem de Brüksel'in bu adaylık sürecini ciddiye almasının miladının Aralık 1999 Helsinki Zirvesi olduğunu söylemek pek yanlış olmaz diye düşünüyoruz.

Aslında söz konusu süreci ciddiye almak derken belki iki defa düşünmek de gerekiyor, zira tarafların hem kendileri hem de belki de yerküremiz için çok önemli ilgili süreci çok da ciddiye aldıklarını ileri sürmek pek kolay değil.

Söz konusu süreçte Avrupa'nın da önemli yanlışlar yaptığı ortada, ama Avrupa derken belki de iki kez düşünmek gerekebilecek; çünkü Avrupa Birliği tüzel kişiliğini temsil etmekle mükellef AB Komisyonu işi gerçekten çok ciddiye alıyor, belli ilkelerden asla sapmadan tam üyelik sürecinin gereklerini hem kendi açısından yerine getiriyor hem de aday ülkelerin, bizim örnekte Türkiye'nin yapması gerekenleri her fırsatta son derece sistematik bir biçimde hatırlatıyor, uyarıyor, raporlar düzenliyor ve bu süreçte belirli bir çizgiden de pek ayrılmıyor.

Ama aynı tutarlılığı Avrupa Birliği üyesi ülkelerin başkentleri için söylemek pek mümkün değil, zira bu birimler süreçte çok fazla sapmalar gösterdiler, belirli bir çizgiyi tutarlı olarak sürdürmekte zorlandılar; bunun en iyi daha doğrusu en kötü örnekleri belki de Paris ve Berlin.

Türkiye'nin ise bu ayırımı iyi yapıp, muhatap olarak kendine Avrupa Birliği'ni alması, üye ülkeler başkentleri ile siyasal anlamda tam üyelik hesaplaşmasını ileri bir tarihe, en azından müzakereler sonrasına bırakması gerek; süreçte belirli bir çizgiyi ısrarla ve bizim için olumlu anlamda sürdüren AB tüzel kişiliği ile üye ülkeler başkentlerinin siyasal iradesi ayırımını, zor da olsa çok net bir biçimde yapmamız şart; çünkü gerçek yaşamda bu iki irade arasında yani AB Komisyonu iradesi ile üye ülkeler başkentlerinin, azınlıkta da olsalar, bir bölümü arasında en azından şimdilik bir ayrışma oluşmuş gibi gözüküyor.

***

Bizim de söz konusu süreci ne kadar ciddiye aldığımız konusunda ortada çok ciddi kuşkuların oluşması için yeterli neden mevcut.

Doğrudur, 2003-2005 arasında Türkiye, konuya ilişkin olağanüstü bir çaba göstermiş ve büyük mesafeler almıştır; ama bu sürece rağmen kimi temel kavramların dahi oturduğunu söylemek pek mümkün değildir.

Kavramlar oturmuyor derken amacım konuya ilişkin görüşlerin hâlâ belirsizliğini koruması, terminolojik açıdan da bir anlam kargaşası yaşadığımız.

İlerleme Raporu'nun yayınlandığı gün telefonla katıldığım bir televizyon programında sunucu arkadaşımız, Avrupa Birliği'nin ısrarla talep ettiği 301'in kaldırılması meselesini Avrupa'ya bir taviz olarak sundu, en azından bir dil alışkanlığı olarak "301" tavizi ifadesini kullanabildi.

Türk Ceza Kanunu'nun 301'inci maddesinin kaldırılması ya da değiştirilmesi yönündeki iç ve dış taleplerin yegâne amacı Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının şiddet övgüsü ve çağrısı yapmayan, kişi ve kurumlara doğrudan hakaret amaçlı olmayan her türlü görüşün özgürce dile getirilebilmesine yönelik.

Şayet bu hedefe ulaşılabilir yani 301'inci madde değiştirilir ya da tümüyle kaldırılırsa, bu kararın sonucu sadece Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının şiddet ve hakaret dışında ifade özgürlüğünün genişletilmesi olacaktır ve bu sonucu AB'ye verilen bir taviz olarak algılamanın anlamını kavramakta zorlanıyorum.

Şayet ortada illa ki bir taviz arayacaksak, TCK 301'inci maddenin kaldırılması olsa olsa Avrupa'ya değil, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına verilen bir tavizdir ve yasa koyucunun kendi yurttaşlarına bir taviz vermesi de akla yatkın olsa gerek.

7 Kasım Çarşamba günkü Zaman gazetesinin manşeti de bende benzer bir izlenim yaratmaktadır; Zaman'ın manşeti "Avrupa verdiği sözleri tutsun, Türkiye reformları hızlandırsın" biçiminde atılmıştı.

Bu manşeti farklı biçimlerde okumanın da olanaklı olduğunu düşünmek istiyorum; ama manşetin bende çağrıştırdığı Avrupa'nın verdiği sözlerle bizim yapacağımız reformlar arasında bir nedensellik ilişkisinin kurulmuş olduğu yönünde.

Diğer bir anlatımla Avrupa Birliği yetkili organları Türkiye'ye verdiği sözleri tuttuğu ölçüde biz de reformları hızlandırmak için elimizden geleni yapmaya gayret edeceğiz.

Şu meselenin iyi anlaşılmasının ve atılan adımların da ona göre oluşturulmasının gerekli olduğunu düşünüyorum: Şayet söz konusu reformlar yani bizim yapacağımız reformlar Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları için iyi ve arzulanan şeylerse bu reformları insanımıza rağmen AB'nin verdiği sözlere endekslemenin anlamını kavramakta zorlanıyorum.

Yok, şayet söz konusu reformlar yine bizim insanımız için kötü şeylerse, yani refah ve özgürlük düzeyini aşağıya çekecek konularsa bu sözde reformları da Avrupa ne yaparsa yapsın içeride asla yaşama geçirmeyelim.

Kanımca Avrupa Birliği sürecinde ilk vermemiz gereken karar bu, yani ilgili reformların ortalama Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının refah, özgürlük ve güvenliğini ne yönde etkileyeceğinin siyaseten, demokratik olarak karara bağlanması.

Şayet bu reformlar ortalama yurttaşımızın refah, özgürlük ve güvenlik ortamını aşağıya çekecekse hiçbir amacın bunları meşru kılması mümkün olmamalı diye de düşünüyorum.

Ancak, Zaman gazetesinin 7 Kasım günkü manşetinin bende çağrıştırdığı, söz konusu reformların özünde toplumca kerhen benimsendiği ve bu "kerhen benimsenme" nedeni ile bu sürecin sürdürülmesinin de Avrupa'nın gazına bağlı olduğu.

Oysa bu satırların yazarının reformlara ilişkin kanısı, bunların tümünün ortalama yurttaşımızın refah, özgürlük ve güvenlik ortamını AB tam üyeliğinden de bağımsız olarak iyileştirdiği yönünde.

Ve işte tam da bu nedenden reform süreci ve AB'nin tavrı arasında bir ilişki kurmanın yurttaşımızın refah, özgürlük ve güvenlik ortamının iyileştirilmesinin ertelenmesi olarak görülmesinden yanayım.

Çarşamba günü Türkiye'ye sunulan İlerleme Raporu'nu ve daha önceki dokuz raporu da bu gözle incelemenin çok yararlı olduğu kanısındayım.
 
Kaynak: Zaman