Acaba Malatya cinayetini işleyenlerin üzerinde “Vatan elden gidiyor, din elden gidiyor” şeklinde ifadeler bulunan bir yazı çıktı mı?
Ben tahmin etmiyorum.. Çünkü bunlar Osmanlı'dan ya da Cumhuriyet'in ilk zamanlarından kalma, biraz da bu tür endişeleri küçümseme taraftarlarının formüle ettikleri klişe ifadeler ve o yaştaki gençlerin diline pek yakışmıyor.
Ama Türkiye'de o yaştaki gençlerin de paylaştığı iki korkunun - endişenin varlığı ve toplumun geniş bir kesimini etkilediği bir gerçek.
İki korku şunlar:
-Vatana yönelik tehlike.
-Kimlik kaybı...
Bir şiddet - terör olayının ardından, yoğun biçimde bir milliyetçilik ve dini bağlılık suçlaması başlıyor ve muhtemelen bu karşıt kampanya, bu süreçte milliyetçilik ve dini bağlılığın geriletileceğini hesap ediyor.
Oysa bu tür kampanyalar, ilginç biçimde sözünü ettiğim o iki korku - endişeyi besliyor.
Yine ilginç biçimde, bu karşıt kampanyalara teröre hedef olan kişilerin acısı yanında onların temsil ettikleri misyonun meşrulaştırılması kampanyası eşlik ediyor ve o da, o ikili korku – endişeye benzin döküyor.
Kabul etmek lazım ki bu ülkede, “vatanın tehlikede olduğu” hissi çok yaygın bir histir. Bu hissin, halktan çok, asker – yönetici dünyasını etkilediği de bir gerçek. Biliriz ve bize ayrıca öğretilmiştir ki, Osmanlı'nın yıkılış ve Türkiye'nin kurtuluş süreci en büyük travmayı askeri kesimin ruh dünyasında oluşturmuştur.
Osmanlı'nın yıkılış sürecinde gayrı müslim unsurların Osmanlı toprağı üzerinde operasyon yapan emperyalist güçlerce kullanıldığı fikri Osmanlı'nın yıkılış sürecine tanıklık eden sivil – asker yönetici unsurlarca kabul edilen bir husus mudur?
Bence öyledir.
Bu kesim, Türkiye Cumhuriyeti'ne ilişkin dış hesapların bitmediğini de düşünür.
Genelkurmay Başkanı'nın en son basın toplantısında AB'den, azınlık üretme hesapları, ABD'den de Kuzey Irak'taki yapılanma sebebiyle endişe ile bahsedilmemiş midir?
Askeri kesim, mesela Araplar'dan Birinci Dünya Savaşı yıllarında “Arkadan vurma” sebebiyle hoşlanmaz, sonra bunu İslam'ın Arap menşe'li olmasından yola çıkarak laikliğe bağlılıkla besler. Ama mesela Araplara yönelik bir vatan kaygısı yoktur.
“Vatanın tehlikede olduğu” kaygısı, genelde Batı stratejileri ile ilgilidir. Bölünmede aktör olarak Kürtler düşünülse bile, onun da arkasında Batılı hesaplar bulunduğu kanaati askeri çevrelerde hakimdir.
Bir şey daha söylemek gerekiyor:
Askeri cenahların veya samimi vatanseverlerin en derinlerinde, vatan savunmasının bir boyutunda İslam bağlılığının bulunduğu kanaati mevcuttur.
İkinci korku “kimlik kaybı” korkusudur, dedik. Bu korkunun, İslam bağlılığındaki zayıflama ile ilgili olduğu açıktır. Daha çok dindar kesimleri etkilemektedir. Osmanlı'nın son dönemindeki Batılılaşma sürecinden başlayan, Cumhuriyet'in laik reformlarıyla süren bir kaygıdır bu.. Osmanlı'da muhalif aydınlar Batıcıdır, halkın tepkisi muhalif aydınlaradır, Cumhuriyet'te iktidar Batıcıdır, halkın tepkisi Cumhuriyet'in politikalarına yöneliktir. Müslüman toplum, “Nereye gidiyoruz” kaygısına düşer. “Din elden gidiyor” klişesi medyada çok kullanılır ama, “elden gitme” kaygısı din ile ilgili midir, yoksa insanla ilgili mi?
Bugün bir başka kaygı gündemdedir, küreselleşme ile gelen kimlik kaybı kaygısı...
Bugün “vatan kaygısı” ile “kimlik kaygısı” yer yer içiçe girmekte, yer yer de karşıt kutuplar haline gelebilmektedir.
Mesela, Tandoğan mitinginin içeriği nasıldır?
Bir yandan Ak Parti iktidarına tepki boyutuyla laiklik vurgusu hakimken, bir başka yandan meydanları bayraklarla donatacak kadar milliyetçi olabilmektedir.
Bu manzaraya baktığınızda milliyetçi tutkunun dindarlığa karşı konuşlandırıldığını düşünebilirsiniz.
Ama bir başka açıdan baktığınızda mesela islami referanslar itibariyle Ak Parti'den daha tutkulu olduğu açık bulunan Saadet camiası, Tandoğan'ın milliyetçi iklimine daha yakındır. Nitekim daha önce Çağlayan'da yapılan bir mitingde, Kıbrıs için sesler yükseldiğinde Saadet o mitingin omurgası olmuştur.
Aynı şekilde Tandoğan'ın baş aktörlerinden Tuncay Özkan, Nutuk'la Kur'an'ı aynı anda bayraklaştırmıştır.
Son dönemde “ulusalcı” kesimin – Doğu Perincek'in Peygamberimizi 'devrimci' diye nitelemesi de bu çerçevede- İslam'a sempati hamleleri yaptığı da biliniyor. (Sezer hariç. Sezer, sembolik anlamda laikliğin hiçbir dini referansa sahip olmadığının altını çizen bir tavır sergiliyor)
Bütün bunlardan sonra nereye geliyoruz?
Bir akımın öncülerini şu veya bu şekilde suçlamak mümkün. Vatan kaygısı veya kimlik kaybı konusundaki hassasiyetlerin pompalanmasının ardında da kimi hesaplar bulanlar olabilir.
Ama burada oluşan toplum duyarlılığını tamamen o hesaplarla izah etmek mümkün değildir.
Vatana yönelik tehlike de, kimlik kaybı da toplumun geniş kesimleri tarafından önemseniyor. Bu alandaki kaygılar toplumda karşılık buluyor. Hatta halk, vatan konuşusundaki kaygıları paylaşmayanları duyarsızlıkla, kimlik kaybı konusundaki kaygıları paylaşmayanları herhangi bir değeri önemsememekle suçluyor.
İnsanlar, PKK diye bir varlığı da, AB metinlerine giren “azınlık” tanımlamalarını da, ABD'nin Ortadoğu, Irak ve Kuzey Irak politikalarını da Türkiye için hayır - hah bulmuyor.
ve insanlar, 11 yaşında uyuşturucu ile tanışan bir çocuğun varlığını, Türkiye'nin kimlik sancısı açısından çok önemli bir tehlike sinyali olarak görüyor.
Cinayetler kaygıların içinden mi çıkıyor?
Ben buna inanmam.
Cinayetler asıl kaygıları konuşulmaz hale getiriyor. Bu sebeple, eğer cinayetlerle kaygılar arasında bir bağ varsa, bu ancak cinnet bağı olabilir.
Türkiye, cinayetleri bertaraf etmeli, ama toplumu kaygılardan kurtaracak bir ruh iklimini gerçekleştirmek için de gerekli tedbirleri almalı.
Kimi çevrelerin davranışının “Bekara karı boşamak kolay” şeklinde okunduğunu belirtmek gerekiyor. Yani vatan kaygısı da olmayan, kimlik kaygısı da olmayan çevrelerin duyarsızlığı, bir de vatan ve kimlik kaygısını yargılamaya dönüştüğünde tamamen toplum dışı bir nitelik kaz anıyor.