Vesayet sisteminin ürettiği anayasalarda, özgürlük kavramı vesayeti meşrulaştırır ve demokratik irade güçlenirse, demokratik siyasete baskının aracı olur. 100 yıllık vesayet rejiminin savunucuları da “internete özgürlük” diye meydana çıkar. Bundan kurtulmanın tek yolu sıfırdan yeni bir anayasal düzen inşa etmek.
İsmail Beşikçi ve Orhan Pamuk’un mahkûmiyetiyle ifade özgürlüğüne yönelik sıkıntıların son bulması için bir süre beklememiz gerekecek gibi gözüküyor. Ergenekon Davası çerçevesinde bir yandan karanlık yapıyla suç ilişkisi içinde olduğu gerekçesiyle tutuklanan birkaç gazeteci, diğer yandan bu dava ile ilgili yayın yaptıklarından dolayı, başta Taraf gazetesi çalışanı olmak üzere haklarında dava açılan onlarca gazeteci bu gerçeği bize hatırlatıyor. Birkaç gün önce gazeteci Necati Abay basına yansıdığı kadarıyla “kanıt olmaksızın kanaate ulaşma” biçimindeki gerekçeyle 18 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Son olarak sansür girişimi olarak nitelendirilen Güvenli İnternet Hizmeti düzenlemesi ve diğer sorunlar, aslında geleneksel vesayet kültürünün sıradan uygulamalarından başka bir şey değil. Bu pratiklerin altına imza atan kamu çalışanlarının kimlikleri veya siyasi eğilimleri belirleyici değildir. Bu nedenle özgürlükçü demokratik bir düzen beklentisi açısından risk yaratan “vesayet-özgürlük” diyalektiğine eğilmekte yarar vardır
Rutin uygulama: Sansür
Bu diyalektiğin ilk gözlemlendiği anayasal metin 1876 Anayasası’ydı. Mithat Paşa ve ekibinin II. Abdülhamit’e kabul ettirdikleri bu anayasanın 12. maddesinde “Kanun matbuat dairesinde serbesttir!” denmekteydi. 1876 Anayasası’yla siyasal pozisyonlarını güvence altına aldıklarını düşünen Osmanlı seçkinlerinin, 33 yıllık baskı döneminden çıkardıkları iki ders oldu. İlki iktidarı padişahtan alıp bürokrasiye devretmek, diğeri ise 1909 yılında Anayasa’da birçok temel hak ve özgürlüğün garanti altında olduğuna yönelik değişiklikler yapmaktı. Örneğin basının hiçbir şekilde önceden teftiş ve denetime tabi tutulamayacağı ilgili maddeye ilave edildi. Bu derslerden işe yarayanı ise kuşkusuz “iktidarı kendine göre yapılandırma” dersi oldu. İktidar haritası seçkinlerin hâkimiyetini sağlayacak şekilde oluşturulduktan sonra Anayasa’da bolca özgürlük, eşitlik veya adalet söylemlerinin seçkinlerin hâkimiyetine zarar vermesi söz konusu olamazdı. Aksine yararlı da olabilirdi, zira bu söylemler, Anayasa’nın ve devletin özgürlükçü olduğunun kanıtı ve seçkinlerin “iyi niyeti” olarak sunulabilirdi.
Hal böyle olunca, Anayasa’da yazılı sansür yasağına rağmen sansür rutin bir uygulama oldu, ifade özgürlüğünden söz etmek pek mümkün olmadı.
‘Beyin içi faaliyetleri’
Tek parti diktatörlüğünün bir ürünü olan 1924 Anayasası bir yandan ifade özgürlüğünü “Türk”lere tanırken, diğer yandan basın özgürlüğü konusunda 1909 değişikliklerinden daha yumuşak bir dille “basımdan önce teftiş ve denetime tabi olmadığı” ifadesini tercih etti. Ancak Anayasa’daki bu ifadelerin gerçek hayatta herhangi bir karşılığı olmadı. 1936 yılında yasa değişikliğiyle Nasyonal Sosyalist Almanya örnek alınarak basın kontrol merkezi kuruldu. İfade özgürlüğünü geçelim, muhalif düşüncelerin açıklanması ihtimali dahi ölüm nedeni olabildi. Özgürlüklerin kaderini anayasa değil, yasalar ve kurumların iradesi belirledi. Bu tablonun 27 Mayıs darbesinin ardından değişmesi mümkün olmadığı gibi, 12 Eylül darbesinin bir iyileştirme getirmesi de mümkün olamazdı. Zira her ikisinin mimarı da Cumhuriyet elitleriydi.
Hal böyle olunca, Anayasalar’da ne yazarsa yazsın, düşünce özgürlüğü beyin içi faaliyetiyle sınırlandı. Eski Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddeleri nedeniyle muhalif sol düşüncelerin tamamı yasaklandı. Düşünen insanlar yaşamlarının önemli kısmını hapishanelerde geçirdi. Aynı kanunun 163. maddesiyle bırakın dini bir düşünceyi açıklamak, dini kitap bulundurmak dahi yıllarca hapiste çürümenin gerekçesi haline gelir. Atatürk’ü Koruma Kanunu ve devrim yasalarına hiç girmeyelim. Yalnızca internet sansüründe oynadıkları role işaret etmek yeterlidir.
Vesayet sisteminin ürettiği anayasalarda, özgürlük ve benzeri kavramların iki temel işlevi vardır. Bunlardan birincisi, vesayet sisteminin perdelemekte ve meşrulaştırılmasıdır. Bu sistemde özgürlükten kasıt “özgürlük” değil, “iktidar ayrıcalığı”dır. Bu çok açık.
Çözüm yeni Anayasa
İkinci işlev ise, demokratik iradenin ülkede güçlenmeye başladığı her durumda, vesayet kurumlarının ürettiği baskıcı, yasakçı ve dışlayıcı pratikleri, hızla demokratik siyasete fatura edilebilmesine imkân yaratmasıdır. Kürt sorunundan başlayarak birçok toplumsal sorunun devamı veya çözülemeyişi, düşünce özgürlüğüne ilişkin yargısal pratikler ve mahkûmiyetler, basın özgürlüğü ihlalleri vs bütünüyle demokratik siyasetin yarattığı sorunlar olarak gündeme oturtulur. Demokratik siyasetin çözümleri ertelemesi veya ihmal etmesi bu eğilimleri güçlendirir. Huzursuzluklar örgütlenir, 100 yıllık vesayet rejiminin esaslı savunucuları da “basına, internete özgürlük!” diye meydanlarda ve medyada yer almaya başlar. Gelinen noktada vesayetin mağdurlarının tepkisi hızla demokrasiye yöneltilir ve vesayet kendini toplum üzerinden yeniden egemen kılacak kanallar bulur.
Bu kısır döngüden kurtulmanın yolu bellidir: 12 Haziran seçimlerinin hemen ardından sıfırdan yeni bir anayasal düzen inşasına girişmek. 100 yıllık vesayetin ürettiği tüm kabullerin, kurumsal yapıların ve ideolojik referansların dışına çıkarak, sistemi demokratik katılım ve temsil anlayışıyla yeniden oluşturarak, toplum ile devlet arasındaki kadim çelişkiye son vermek. Özgürlüğü ve demokrasiyi başka şekilde korumak ve vesayeti tasfiye etmek mümkün değildir. Onun dışındaki tüm parçalı çözümler, vesayetin restorasyonuna hizmet eder.
Seçim kampanyaları ve Meclis
Türkiye yeni Anayasa sürecine doğru yol alırken, bu Anayasa’nın metninin yazılacağı Meclis için yapılacak seçim atmosferi pek iç açıcı değil. Akıl almaz polemikler, program ve projelerden uzak suçlamalar, kaset savaşları... Bu ülkenin geleceğinin inşasına, bu seçim kampanyasından bakmamayı tercih ederim. Yeni Anayasa’ya doğru giden yol, seçim kampanyalarından geçmiyor bu kesin. Bu yüzden seçim sonrasına bakmakta yarar vardır.
Kaynak: Star