Geçen hafta içinde bir öğle vakti… Hamid-i Evvel adıyla da bilinen Beylerbeyi Camisi’nin avlusunda bir televizyon kanalı için çekim yapıyoruz. İslam tarihinin kaydettiği misyon sahibi kadınları konu alıyor program. Hazreti Sümeyye üzerine konuşuyorum, yenilerde www.sonpeygamber.info’da Sümeyye üzerine yayınlanan “Sümeyye ya da ilk kadın” isimli yazımdan hareketle.

Hava gerçekten sıcak ve bunaltıcı. Hem ışık olarak uygun hem de nispeten gölge bir yerde sürüyor çekim. Cami avlusunda bir cenaze namazı kalabalığı var. Cenaze namazı kılınırken ara verdiğimiz çekim tekrar başladığında, yaşlı bir bey geldi, karşımda bulunan kanepeye bana sorular soracak şekilde oturmuş bulunan programın yönetmeni Hilal Hanım’ın yanına oturdu. Tuhaf, ısrarlı bir bakışla süzüyor beni. Dikkatimi konuşmaya veremez oldum. Yaşlı başlı amca için daha gölgede ve rahat bir köşe bulalım, orada otursun, dedik.

Fakat o kabul etmedi yer değiştirmeyi. Nihayet, öfkeyle bir şeyler söyledi: “Emekli hâkimim ben. Anlatıp durduğu o kadını ben de biliyorum. Ne anlatıyor, hangi amaçla anlatıyor, bakayım dedim.”

Sonra, çekimin ardından sohbet edebiliriz. Gölgede oturabileceği güzel bir köşe de var az ötede. Ama o yerinden kaldırıldığını iddia etti ve mesleğinin de hâkimlik olduğunu hatırlattı. Yaşlı hâkim, anlattıklarımı dinlemeye değil, yargılamaya gelmiş, diye düşündüm. Ben, onun bilmediği neleri anlatıyor olabilirim… Dahası, ben, onun muhtemelen onaylamadığı kimliğimle hangi bilgileri kamusal bir ifade kazanacak şekilde aktarıyor olabilirim… Yönetmen başörtülü, ben başörtülü. Biz onun bilgisi dışında nasıl bir söyleşiyi sürdürebiliriz…

Yaşlı başlı, elbet bundan ileri gelen bir saygıyı eksik etmeden, gönlünü almaya çalıştık. Dinlemek istemedi. Gösterdiğimiz gölgeli köşede oturmaya da yanaşmadı. Gitti, öylece durdu kızgın güneşin altında. İçim cız etti, ne de olsa hasta ve yaşlı bir babam var benim de...

Cezamız işte o şekilde verilmiş oldu. Kızgın güneşin altında durdu bir dakika kadar. O öyle dururken gel de kızgın güneş altında işkence gören Sümeyye üzerine konuşmaya devam et! Yeniden meramımızı anlatmaya çalıştık. Ricanın, minnetin yararı yok. Yakınları gelip götürdüler.

*** * ***

1987’de Ankara’da başıma gelmişti benzeri bir hadise. O zamanlar “türban” diye isimlendirilen tarzda başörtüsü örtenlere pek rastlanmazdı Küçük Esat’ta. Elimde gazete ve dergi dolu bir torba, Tunalı Hilmi’den Küçük Esat’a doğru yürüyordum. Bir ara sokakta karşıma çıktı o takım elbiseli, paltolu, kravatlı adam. “Her yeri kaplamaya başladılar, bu semti bile!” diye bir şeyler söyledi. Bir kitap ve gazete dolu torbaya baktı, bir bana. Söylenmeye devam ederek geçti gitti.

Gözlerinden taşan nefret karşısında donup kalmış ve aynı gün, Aylık Dergi’de yayınlanacak olan “Teşekkürü Hakettiniz Bay Yargıç” isimli hikayemi yazmıştım.

Hâkim ya da yargıç, mahkeme salonunun dışına taşan buyurgan ifadesini hangi kaynaktan alıyor… Başörtülü öğrencileri okul sıralarından uzaklaştıran mahkeme kararlarının eksik olmadığı yıllar boyunca bu soru örtük-açık dolaşıyor çoğu kez yoksul ailelerin sohbet ortamlarında. Kalemi kırıp cezayı kesen hâkimin gösterdiği sebep ikna etmiyor yürekleri. Kaynakları muğlaklaşan ve adalet terazisini şaşırttığı izlenimi veren hâkim/yargıç, kararının itibarını korumak için mahkeme salonundan taşırıyor otoritesini, had bildirme konumuna duyduğu güvenden şaşmayarak. Peşinen yargılamayı kazanç saydığı insanların özüne vakıf olamadığı bilgisi kuşkulara, vehimlere boğuyor bilincini. O, insan hayatının akışı konusunda onca yetkilendirilmiş kişinin, yani hâkimin bilmediği neyi biliyor olabilir…

“Hâkim”in açık alanlara sirayet eden başörtüsü hükmü 1988 yılında da Cağaloğlu’nun bir sokağında bir öğretmenin karşısına çıkmıştı. Şahsen tanıdığım başörtülü öğretmen adliye binası önünde yürürken avukatlık yapan bir hâkim-albay emeklisi kişi ve arkadaşları tarafından kesildi yolu. Önce sözlü, ardından fiili saldırıya uğradı. Kulağının arkasındaki darp izi yüzünden üç gün rapor almaya mecbur kaldı. Başörtülü öğretmenin alt sınıftan sayılan hizmetlilere özgü ezik duruşun ötesinde bir varoluşla o sokaklardan, caddelerden geçmesi başlı başına bir öfke sebebiydi bu örnekte. Tanzimat’tan Günümüze K ılık Kıyafet ve İktidar isimli kitabımın ikinci cildinde kayıtlı olan bu olaya dönemin kimi gazete ve dergileri yer verdiler.

*** * ***

Hâkimlerin/yargıçların sıradan halka, sistemin karşısında hareketsiz bir kütle olarak görmeyi dilediği halka vesayet (ve daha derinde de “itaat” beklentisi) mantığıyla yaklaştığı bir anayasal duruş edası, bilgiyi o kütlenin en değişmez parçalarından biri olarak gördüğü başörtülü kadınlara yakıştırmıyor. Onlar bilgi kaynaklarının uzağında kalmalı ki vesayet sistemi ve mantığı kusursuz bir şekilde işlemeye devam etsin.

Yenilerde Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi Hayrünnisa Gül ile Emine Erdoğan’ın kamusal varlığını tanıdığını duyurdu. Herhangi bir mahkeme başörtülü öğrenciyi muhatap olarak kabul etse de çoğu kez başörtüsü konusunda olumlu görüş bildiren mahkeme kararları yüksek yargıdan dönüyor. Son otuz yılda çeşitli mahkemelerde alınmış kamuda, okulda “türban” konulu birbiriyle çelişen kararlar bir araya getirilseydi, bugün tartışılan yargı sorunu için önemli bir kaynak teşkil ediyor olurdu.

Levent Köker haklı olarak “Vesayetçiliğin Tasfiyesinde İşin Esası” başlıklı yazısında vesayetçiliğin tasfiyesinde yüksek yargının yeniden yapılandırılmasına, en başta atılması gereken bir adım olarak işaret ediyor.