Türkiye’de yaşayabilir bir demokrasinin yaratılmasının önündeki en önemli engel, asker-sivil ilişkilerinin demokratik modele uygun olmamasıdır. Bu ilişkilerin demokratik modeli, bir ülkede izlenecek tüm politikaların, seçilmiş, halka hesap verebilen organlar tarafından belirlenmesi, silahlı kuvvetler gibi, genel oya dayanmayan, dolayısıyla hesap verirliği olmayan kurumların karar aktörleri arasında yer almamasıdır. Bunun doğal sonucu olarak, demokratik bir düzende askeri makamlar, diğer tüm makamlar gibi, seçilmişlerin iradesine tabidir. Türkiye’de ise tablo tam aksinedir. Halkın iradesiyle belirlenen organlar, seçmenlerine taahhüt ettikleri politikaları izleyememekte, icraatları için TSK’dan icazet alma mecburiyetini hissetmektedir. Demokrasiyle bağdaşması mümkün olmayan bu anormallik, daha önceki çalışmalarımda da belirttiğim gibi iki faktörle açıklanabilir.

TSK’nın rejim hassasiyeti

Bunlardan biri, silahlı kuvvetlerin Osmanlı’dan başlayarak modernleşme politikalarının öncüsü olması, bu öncülüğün Cumhuriyet yıllarında rejimin kuruculuğu rolüne dönüşmesidir. Böylece TSK, kendisini kurucu ortakları arasında yer aldığı Cumhuriyetin koruyucusu ve kollayıcısı olarak görmekte, rejimin temel değerlerinden olan laiklik ve üniter devlet yapısına yönelik bir tehdidin veya tehdit algılamasının mevcut olduğu durumlarda yönetime müdahale etmektedir.

Diğer faktör ise, her müdahaleyi takiben askeri liderlerin kontrolünde gerçekleşen anayasa yapımı yoluyla TSK’ya yeni yetki ve ayrıcalıkların sunulmasıdır. Her müdahalede giderek genişleyen ve çeşitlenen bu anayasal ayrıcalıklar sayesinde TSK, sivil yönetim koşullarında da karar alma sürecinin asıl belirleyicisi haline gelmiştir. Üstelik TSK’ya yetki ve ayrıcalık sunan düzenlemeler anayasa hükümlerinden de ibaret değildir. Her müdahale döneminde askerler, kanuni ve idari düzenlemeler üzerinde de pek çok değişikliğin yapılmasını sağlayarak, kendilerini iktidarın asıl sahibi haline getirmişlerdir. Askeri müdahalelerin birbiri üzerine eklemlenen hukuk mirası, tasfiyesi oldukça güç görünen ve demokrasiyle bağdaşması mümkün olmayan, siyasal, davranışsal ve zihinsel sonuçlar da yaratmıştır.

Ordu siyasi mesaj veremez

Bunlardan biri, kurum olarak ordunun aşırı ölçüde siyasallaşması, demokratik dünyadaki emsallerinden farklı olarak, kendisini sadece yurt savunması hizmetiyle sınırlı görmemesi, karar alma sürecinin asli aktörü haline gelerek, çeşitli yöntemlerle siyaset alanını dizayn etmesidir. Bu gerek TSK’da gerekse TSK ile aynı zihniyeti paylaşan siyasal ve bürokratik elitlerde normal bir davranış modeli olarak algılanmakta, medya, eğitim politikaları, resmi tarih söylemi ve ortaöğretim müfredatında yer alan Milli Güvenlik dersleri gibi vasıtalarla genç kuşaklara da evrensel bir doğru olarak aktarılmaktadır.

Diğer sonuç, siyasetin askerileşmesi, iç ve dış politikaların belirlenmesinde son sözün rejimin asıl sahibi olan TSK tarafından söylenmesinin gelenek haline gelmesidir. Nitekim TSK, askeri müdahalelerin eseri olan Milli Güvenlik Kurulunu etkin biçimde kullanmak suretiyle, milli güvenlikle ilişkisi olmayan her konuda hükümet ve parlamentoyu yönlendirebilmektedir. Siyasetin askerileşmesini ve bunun normal karşılanmasını gösteren başka bir kanıt, Genelkurmay Başkanlarının tıpkı bir parti lideri gibi, siyasi mesajlar vererek, kamuoyunu yönlendirmeleridir.

Askerin görev tanımı

Bu anormal durum, öylesine normalleşmiştir ki, Genelkurmay Başkanları çeşitli demeçler verdiğinde, kamuoyu önderleri bu tutumun demokrasiyle bağdaşmadığını beyan etmek yerine, demeçlerin içeriğinin ne ölçüde demokratik olduğunu tartışır hale gelmişlerdir.

Bu bağlamda işaret edilmesi gereken ve uzun bir süredir gündemi meşgul eden önemli meselelerden biri de, askerlerin görevleriyle ilgili bir suç işleyemeyecekleri, bu yöndeki iddiaların TSK’yı yıpratma girişimlerinden kaynaklandığı, dolayısıyla asker kişilerin suç işlememe ve yargılanmama gibi bir imtiyazlarının olduğu düşüncesinin bazı kesimlerce benimsenmiş olmasıdır.

Böylece Türkiye’de emsali görülmeyen bir yönetim şemasının mevcut olduğunu söylemek mümkündür. Karar verme yetkisine sahip olanlar, kararlarından ve icraatlarından dolayı sorumlu değildir, sorumlu ve hesap verir nitelikte olan hükümet ve parlamento gibi kurumlar ise, karar verme yetkisini haiz değildir.

Burada üzerinde durulması gereken asıl konu, bu vahim tablonun demokrasi yönünde evrilmesi için TSK İç Hizmetler Kanununun 35. maddesinde yer alan hükmün değiştirilmesinin ne ölçüde etkili olacağı meselesidir. Anılan maddeye göre: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır”. Maddenin değiştirilmesi iki nedenle zorunlu görünmektedir. Bunlardan ilki, maddede yer alan “Türk yurdu” deyiminin Devletimizin resmi adını yansıtmaması, bu nedenle, TSK’ya kanun koyucunun maksadını aşacak biçimde T.C.’nin ülke sınırlarının ötesinde bir savunma ödevi yüklemesidir. Bu nedenle “Türk yurdu” ifadesi T.C. Devleti şeklinde değiştirilmelidir. Maddenin değiştirilmesini zorunlu kılan ve ilkine kıyasla çok daha önemli olan diğer faktör, bu hükümle TSK’ya sunulan Cumhuriyeti “kollamak ve korumak” ödevinin yoruma açık, muğlak niteliğidir. Nitekim uzun yıllardan beri maddenin TSK’ya yüklediği bu müphem ödevin askeri müdahalelere yasal bir dayanak oluşturduğu öne sürülmektedir. Bu yüzden Türkiye’de demokrasinin pekişmesini önleyen askeri müdahale geleneğini ortadan kaldırmak için TSK’nın görev tanımının asker-sivil ilişkilerinin demokratik modeline uygun olarak, şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Madde “Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ülke sınırlarını korumak ve savunmakla yükümlüdür” şeklinde değiştirilebilir. Böylece askeri müdahalelere yasal zemin oluşturacak bir düzenlemenin varlığına son verilecektir.

Demokrasi kültürü özümsenmeli

Bu yöndeki bir değişikliğin Türkiye’de demokrasinin güçlenmesini sağlayacak manevi bir role sahip olacağını ancak, bu tür bir değişiklikle darbe geleneğini bertaraf etmenin mümkün olmayacağını unutmamak gerekir. Nitekim bugüne kadar yapılan askeri müdahalelerde darbeci subaylar, seçilmiş organların iradesini sona erdiren eylemlerinin, bu maddenin kendilerine yüklediği bir ödevin ifası olduğunu beyan etmek yerine, müdahalelerinin toplum nezdinde meşru bir zemine dayanmasına özen göstermiş, bu maksatla özellikle üniversitelerin, medyanın ve çeşitli kamuoyu önderlerinin desteğini kazanmayı tercih etmişlerdir. Bu nedenle 35. maddede yapılacak değişikliğin darbe geleneğini sona erdirmeye yeterli olmadığını, bu geleneği sona erdirebilmek için TSK’nın ve onunla aynı değerleri paylaşan siyasi ve bürokratik elitlerin demokrasi kültürünü özümsemelerinin çok daha önemli olduğunu unutmamak gerekir. Ancak bu yöndeki bir çaba, darbelerin siyasal ve sosyo-kültürel sebeplerini ortadan kaldırabilir.

Öte yandan, Türkiye’de askerin, seçilmiş organlara şu veya bu biçimde müdahale etmesi Anayasadan yönetmeliklere kadar uzanan çok geniş bir hukuki zemine dayanmaktadır. Bu yüzden, 35. maddede yapılacak bir değişikliğin, buz dağının görünen yüzünü tasfiye anlamına dahi gelmeyeceğini hatırlamak gerekir. Bu nedenle, askeri müdahalelerden miras kalan ve TSK’yı iktidarın asıl kullanıcısı haline getiren mevzuat hükümlerinin bir bütün olarak gözden geçirilmesi, demokrasinin evrensel standartlarına uygun olarak değiştirilmesi gerekir. Bunun için izlenecek yöntemlerden biri, İsmet Berkan’ın (Askeri vesayetin hukuki altyapısı, Radikal, 27.07.2010) önerdiği gibi sözü geçen mevzuat hükümlerinin uzmanlar tarafından incelenmesi ve gerekli değişiklik önerilerinin hükümet, parlamento ve kamuoyunun bilgisine sunulması olabilir.

Teklif derde deva değil

Nihayet, CHP’nin TSK’nın 35. maddesine ilişkin olarak 29.07.2010’da TBMM Başkanlığına sunduğu değişiklik teklifinin derde deva olamayacağının da üzerinde durulması gerekir. Teklife göre: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni parlamenter demokratik sistemin işlerliği çerçevesinde ve Anayasaya bağlı olarak korumaktır”. Teklifin demokrasiyi korumak yönünde hiçbir değişiklik içermediği, TSK’nın yönetime müdahalesi için yasal dayanak oluşturan müphem ifadeleri aynen muhafaza ettiği, üstelik TSK’ya yönetime müdahale için ek bir gerekçe daha sunduğu söylenebilir. Teklifte yer alan “parlamenter demokratik sistemin işlerliği” ifadesi yasallaştığı takdirde, parlamentonun hükümet sistemini yarı-başkanlık veya başkanlık sistemine dönüştürmek yönünde herhangi bir anayasa değişikliğini gündeme alması dahi TSK’nın müdahalesine gerekçe oluşturabilecektir. Bu nedenle, CHP tarafından hazırlanan teklifin TSK’yı ülke sınırlarını korumakla yükümlü bir kuruma dönüştürmediği, bu yönüyle samimiyetten uzak olduğu, büyük bir ihtimalle referandum sürecinde gündemi değiştirme hedefinden kaynaklandığı açıktır. Bu yüzden parlamentonun 35. madde değişikliğini sivilleşmeye yönelik daha etraflı bir mevzuat değişikliğiyle birlikte gündemine alması, ancak bu teşebbüse yönelik adımları referandum sonrasına erteleyerek, kamuoyunun zihinsel bir karışıklığa sürüklenmesini önlemesi en isabetli yol olacaktır.      

[email protected]


Kaynak: Star