Hapisteki IŞİD savaşçıları ile yaptığım mülakatlarda neyi keşfettim?*

Bu insanlar radikal İslam ile yapacak pek az şeyi olan bazı sebepler için bu harekete sürüklenmiş
Kerkük, Irak’taki mülakat odasına yerleşir yerleşmez oraya kendisini görmek için geldiğim ilk mahkum, iki polisin nezaretinde ve ellerinde kelepçelerle getirildi. İdam cezası ile yüz yüze olan bir IŞİD savaşçısıyla mülakat yapacak olmanın nasıl bir adap gerektirdiğine vâkıf olmaksızın tuhaf hislerle ayağa kalktım. Küçüktü, benden çok daha küçükü, ilk görünüşte sadece polisle başı dertte olan bir çocuktu, gözlerini zemine dikmişti, yüzü maskelenmişti. Hepimiz dış duvarlara karşı sıralanmış olan koltuklara oturduk. Oda sigara dumanıyla kaplanmıştı, uzun bir florosan ışıkla aydınlanıyordu ve dizlerimin mahkumun dizlerine değeceği kadar küçüktü, fakat o hâlâ kafasını kaldırıp bakmıyordu.  Öbür cepheden hem Arap hem de Kürtleri içeren yeterli sayıda askerle röportaj yapmıştım, çoğunlukla (peşmerge olarak bilinen) Kürt kuvvetlerinden ve ayrıca (Irak Güvenlik Kuvetleri –ISF olarak bilinen) Irak ordusundan askerlerle. Tabi ki IŞİD savaşçıları uzak ara anlaşılması en güç olanlardı. “İslam Devleti’nin” bizzat kendisine seyahat etmediğiniz sürece elbette. Ancak kafamı omuzlarımın üzerinde korumak niyetindeyim. 

IŞİD'li mahkumların idamının hak edilen süreç işletilmeksizin aceleyle ifa edileceğine dair söylentiler boldu, fakat tabi ki kimse insan haklarının ihlal edildiği noktalara dair herhangi bir kayıt tutmayacaktı. Bize sorguda 30 gün kalan ama “Allahu ekber” dışında hiçbir şey söylemeyen bir mahkumun hikayesi anlatılyordu.  “Sen onu vurmaz mıydın?” diye sordular. Bir peşmerge, zaptedilmiş ve sorgulanmış 5 mahkumun kafalarından vurulduğuna dair görgü tanıklığı yapmıştı. Çeşitli askeri liderle konuşmuştum ve yaralanmış bedenleri sıklıkla yaklaşan askerlere karşı bubi tuzağı olarak kullanmaya başladıklarından beri mahkumları almak istemediklerini söylediler, sırf bu sebeple PKK mahkum almama politikası izliyor.  (PKK, IŞİD’e karşı verdikleri savaşla kendilerinin zaruri olduklarını kanıtlamaya çalışıyor ve Batılı devletler için bir ikilem yaratıyor. O devletler Türkiye’nin örgüte karşı henüz başlattığı bombardımına karşı durmak zorunda hissetse de göründüğü kadarıyla çok da zaruri bir müttefik olarak görülmüyor.)

“IŞİD ile anlaşma olmaz… Rehin değişimi ile ilgilenmiyorlar"

Bir başka kaynak bize mahkumları pazarlık kozu olarak tutmanın manasızlığından bahsetti: “IŞİD ile herhangi bir görüşme ve anlaşma olmaz… Rehin değişimi ile ilgilenmiyorlar çünkü ölmelerinin daha iyi olduğuna inanıyorlar.” Askeri ve kolluk kuvvetlerin tavrı hakkındaki gerçek ne olursa olsun olgu değişmiyor: IŞİD'li mahkumları bulmak gerçekten zor.

Bir akşam BBC Arapça’da Kerkük’teki Irak polisinin başı olan General Sarhad Qadir’i inceleyen bir belgesel izliyorduk. Polisilik faaliyetini icra edip bizzat sokaklar ve evler arasında devriye gezerken ve IŞİD saflarında savaştığından şüphelenilen insanları tutuklarken gösteriliyordu. O halde Kerkük başlangıç için iyi bir yerdi, en azından oradaki mahkumlar BBC tarafından gösterilmişti.
Ve iş arkadaşlarımla Irak Kürdistanı’nın başkenti Erbil’den Kerkük’e doğru, Qadir ile buluşmak üzere yola çıktık. Bu karışık etnisiteye sahip olan zorlu şehirdeki (çoğunlukla Arap, Kürt ve Türkmenlerden oluşan)  yolların güvenlik korumasıyla dolu olmasına rağmen, IŞİD’in uyuyan hücreleriyle dolu olmasına rağmen, bizi iyi karşıladı. Silahlı birlikleri bizi otoyoldan alıp şehre getirmesi için yolladı. İki albay eşliğinde mülakat yapacağımız odaya geçmeden evvel bize çay ikram etti ve yarım saat yanımızda oturdu. (Ülkeden ayrılmamızdan 1 hafta sonra kendisi ve adamları arabaya yerleştirilen bomba kaynaklı büyük bir patlamaya maruz kaldı ve Kadir, Kürdistan’ın hizmetindeyken 14. Kez yaralandı) SIGN UP!

Mahkum geldiğinde kısa bir konuşma için dahi imkan yoktu. Bu yüzden direk olarak orada olmamın sebebini teşkil eden araştırma sorularına geçtim. Dünya üzerindeki tüm savaşçılara ve savaşçı olmayanlara aynı sorular sorulurdu; aynı soruları daha önce Lübnan’da da sormuştum, çatışmaların çözümü üzerine bilimsel araştırma yapan bir konsorsiyum olan Artis International’daki meslektaşlarım da aynı soruları sormaktaydı.   Araştırma zihinsel ve ahlaki psikoloji üzerineydi, insanların ne zaman ve ne saikle en aşırı fedakarlıkları –kendi hayatlarını ve ailelerinin hayatlarını da içerecek şekilde- “kutsal değerler” olarak da lanse edilen soyut nedenler için yaptığını keşfetmeyi amaçlıyordu. Bizim araştırmamız insanların neden bu kutsal değerler hakkında fikirlerini değiştirdiğini ve bu durumu savunmak için davranışlarını değiştirip değiştirmediklerini; değiştiriyorlarsa nasıl değiştirdiklerini anlamaya çalışıyordu. İnsanların şiddet içeren yolları terketmeye nasıl ikna edilebileceğini bulmayı umuyorduk, her ne kadar dünyanın bu bölgesinde bunun olanaklı olduğuna dair inancımı hızla kaybetmekte olsam da.

Bu seyahatimde daha kıdemli meslektaşlarım bana eşlik ediyordu: Fransa’dan bir akademisyen olan Scott Atran, ABD’nin Irak işgali srıasında 2 yılın üzerinde bir süre Irak’ta kalmış ve mahkumlarla günlü mülakatlar yapan emekli bir general olan Doug Stone. Bu durum elbette mülakat deneyimini temelden değiştiriyordu. Oda kalabalıklaşıyor, etkinliğe daha çok önem veriliyor, işe daha fazla resmiyet katılıyor, tamamen farklı sorular ve vurgular gündeme geliyor; bu duruma katlanma konusunda uzmanlaşılıyor ve mülakat yapılanlara farklı bakış açıları sunuluyordu. Açıkçası gayrıresmiyetin olduğu bir ortamda, ölüm sırasını bekleyen bu mahkumlarla hedefe ulaşılamazdı.  
İlk sorular, mülakat yapılanların sempati duyma ihtimalinin bulunduğu bazı grupları da içeren çeşitli grupların gücüne olan yaklaşımı derinlemesine incelemeyi hedefliyordu (Tabi onlar bu konudaki hislerini belirtmeyebilirdi) Diğer gruplar hemen hemen net bir şekilde “Öteki” olarak kodlanmıştı, düşmandı. Cılız olanlardan vücut yapmış olana kadar geniş bir yelpazede yarı çıplak adamların fotoğraflarını içeren bir flaşkart çıkardım, her birinin kafasının yerini “İslam Devleti” bayrağı almıştı. Karşımdaki gencin beklediği sorular, daha önce kendisine sorulmuş olanlardı; böyle bir şey değildi. Kafasını kaldırıp açıklamalara başlayan meslektaşım Hoshang Waziri’ye baktı, irkilmişti (ilk insnai refleksiydi).

Hoshang vücut yapmış olanı işaret etti ve biceps kaslarını kasarak “Devlet-… Bak, bayrak burada.” dedi. “Bu fotoğraf “İslam Devleti’ni” olabildiğince güçlü gösteriyor. Burada ise çok çok zayıflar ve her şey ortada. Ne kadar güçlü olduklarını düşünüyorsun?”

Çocuk çekinerek en zayıf olanı gösterdi (beklendiği üzere bir taraftar gibi gözükmek istemiyordu) ve benzer başka bir fotoğrafa geçtik fakat bu sefer vücutlara IŞİD bayrağı yerine Kürt bayrağı montajlanmıştı. “Şimdi peşmerge… Ne kadar güçlüler?”

Mahkum sorulara alışmıştı ve ikinci en güçlü fotoğrafı gösterdi. Diğer fotoğraflarda Irak ordusunu orta güçte, İran’ı biraz daha zayıf ve Amerika’ya en güçlü olarak belirtti (IŞİD ile aldıkları zaferlere rağmen PKK adını duymamıştı). Ona tüm silahlı kuvvetleri kart kullanarak derecelenedirmesini söyledik ve sonrasında hâlâ kelepçeli olduğu farkedince kelepçeleri çıkarmalarını rica ettik. Akabinde polis memuru anahtarı getirmek için yürümeye başlayınca gayrıresmi şekilde daha fazla konuşmaya çalıştım ve sonunda bana bakıp yaşı, geçmişi, ailesi gibi konularda bir kelimelik cevaplar vermeye başladı. Yavaşça mülakattan kurtulanları bir fotoğraf haline getirecek şekilde yamaladım, bu tekrar edilecekti. Fakat ufak bir fark vardı: O gün konuştuğumuz başka mahkumlarla olacaktı. İşgal sırasında General Store’un hikayesine; o zamandan beri konuştuğum gazetecilerin, araştırmacıların hikayelerine yakın hikayeleri olan mahkumlarla. 

Bu adam 26 yaşındaydı ve iki anneden (baba aynı anda iki eşle evliydi) olma 17 çocuğun en büyüğüydü, Kerkük’ten idi. 6.sınıfı bitirimişti, bu da mülakat yaptığımız diğerlerinin aksine okur yazar ve bilgili olduğunu gösteriyordu.. Evliydi ve 2 çocuğu vardı. Birinin adı “Peygamber” anlamına gelen Resul’du, diğeri ise Rusil (Peygamber kelimesinin çoğulu) adında bir kızdı ki bu isim tercihleri İslam’ın ne kadar hayatınınm merkezinde olduğunu gösteriyordu. Kalabalık ailesini geçindirmek için işçi olarak çalışıyordu ve sırtından sakatlandığında işini kaybetmişti. Bundan sonra hikayenin gidişatı şöyle oluyor: Kendisi ile aynı toplumdan ancak uzaktan bağı olan bir kişi IŞİD için çalışma teklifinde bulunuyor. Bu hikaye tekrar tekrar gerçekleşen sorgular ve duruşmalar sayesinde iyice bileylenmiş ve tam zamanında açığa çıkmış. IŞİD kontrolü altında bir yaşam sadece terörden ibaretti, diyor kendisi. Sadece terörize edildiği için savaşmıştı. Diğerleri bunu belki inançlarından ötürü yapmıştı ancak kendisi öyle değildi. Ailesinin paraya ihtiyacı vardı ve bu, onlara bunu sağlayabileceği tek imkandı.

“Savaşın bitmesine ve emniyete ihtiyacımız var… Tüm istediğim ailemle ve çocuklarımla olmak”

İlk olarak bireylerin farklı gruplarla ne kadar kaynaştığını test etmek amacıyla kullandığımız flashkartlar sayesinde ve mülakat ilerledikçe kendisini ne kadar fazla ailesine adadığını gördük. Irak, İslam, aile, arkadaşlar ve “İslam Devleti” hakkında sorular sorduk. Seçimlerini yine resmi olarak yaptı: Gitgide üst üste binen iki çemberden oluşan bir set kullandık (birinde spektrumun sonunda çemberler birbirine dahi değmiyordu, bir diğerinde tamamen üst üste biniyordu) . Yine sonuç, mahkum için beklenmeyen bir sonuçtu ve kafa karıştırıcıydı –birçok soru için apaçık “doğru” bir cevap yoktu. Mahkum kendisine rağmen oluşturduğu kabuğundan bitkin düşmüştü. Hoshang’ın sorularına ve motivasyonuna dair öz farkındalığını kaybediyordu. Sonunda Irak ve İslam’a bağlı olduğuna karar verdi (tamamen olmasa da) ve IŞİD’den tamamen ayrı olduğuna (yine beklendiği üzere). Ayrıca arkadaşlarına olan bağı çok zayıftı (“Arkadaşım yok” dedi) ve tamamen ailesiyle bütünleşmiş olduğuna da karar vermişti. Aslında kendisini bağlı hissettiği tek grup ailesiydi, buna karar vermesi bir an bile sürmemişti. Ailesi ve toplumu hakkında daha fazla gayrıresmi sorunca şu noktaya vardı: “Savaşın bitmesine ve emniyete ihtiyacımız var; savaştan çok yorulduk… Sadece ailemle ve çocuklarımla olmak istiyorum.”  

Onu yanımızdan aldıklarında neyle suçlandığını, onu nasıl bulduklarını ve delillerin neler olduğunu anlama imkanı bulduk. Bomba yüklü araç hazırlama konusunda uzmandı, Kerkük’te bizzat en azından 4 araba ve 1 scooter patlatmıştı ve bu patlamalar silahların satıldığı kalabalık bir Pazar yerinde gerçekleşmiş, çok sayıda insanın ölümüne ve yerli halkın IŞİD’e karşı savaşma direncinin zayıflamasına sebep olmuştu. Üstünde müstear adlarla telefon numaralarının bulunduğu bir listeyi ve bir miktar parayı taşıyan ve Kerkük’teki uyuyan hücrelerin finansörü olan birinin ele geçirilmesi sayesinde yakalanmıştı.  Polis yakaladığı bu kişiye listedeki herkesi, 6 hücreyi de, aratmış ve bir toplantı ayarlatmıştı. Bu toplantı sayesinde bir gün içinde hepsini ele geçirmiş oldular. IŞİD bombacısı onların orada olduğunu görmesinin ardından yaptığı şöyle özetleniyor: “O mahvoldu, 5 sayfa itiraf  verdi.” Mahkemede de bu itiraflara bağlı kalmış durumda ve bu itiraflar sebebiye Madde 40 uyarınca yargılanıyor: Irak hukukunda terör suçu idam cezası gerektiriyor.

Bütün bunları neden yaptı? Birçok kişi bu savaşçıların “İslam Devleti”ne olan inançları sayesinde motive olduklarını düşünüyor. Geleneksel adıyla Emir-ül Muminin denilen, “İnançlıların kumandanı” olan ve halihazırda Ebubekir Al Bağdadi tarafından üstlenilen bir halifelik tarafından yönetilme rüyasıyla dünyanın her yerinden savaşçılar bölgeye akıyor.  Fakat mülakat yaptığımız mahkumları tutan şey sadece bu değil. Ne yazık ki İslam hakkında bilgisizler ve Cihad, halifelik ve Şeriat hakkındaki sorulara cevap vermekte zorlanıyorlar. Ama bir Britanyalı IŞİD bombacısı tarafından Amazon’dan “Salaklar için İslam” Kitabının sipariş edilmesinden anlayabileceğimiz üzere, derinlemesine İslam bilgisi; hatta belki de üstünkörü bir bilgi dahi, “İslam Devleti” için savaşma idealine sahip olmak için gerekli değil.

“Saddam’ı sevmiyordum ama en azından savaşta değildik. Siz buraya geldiğinizde iç savaş başladı”

Aslında Institute for Strategic Dialogue’da anti-terör konusunda baş uzman olan Erin Saltman, şimdilerde örgüte alım esnasında İslami bilgi ve birikime çok daha az vurgu yapldığını söylüyor. “Katı dini-ideolojik bir eğitimi şart görmekten uzaklaşan bir örgüt görüyoruz.” diye komuşuyor.

“Afganistan’da 10-20 yıl önce örgütlere alınan yabancılara baktığımızda yoğun şekilde dini ve teolojik bir eğitimin verildiğini görürüz. Bugünlerde ise örgüte alım stratejisinin çok daha genişleyip farklı cazibe yaratan etkenlerin kitelelere hitap ettiğini görüyoruz.”

Mülakat yaptığım bu mahkumların kendilerini İslam’a adadıklarından sual yok. Bu sadece kendilerine has bir İslam anlayışı ve “İslam Devleti”ne mesafeli bir bağı var. Benzer şekilde, Batı’dan IŞİD’e gelip katılanlar da derinden İslam’a kendilerini adamış durumda fakat bu onlar için teolojik argümanların mesajını baz almak hatta Kur’an’dan bir delili baz almak yerine cihad yapmayı ortaya koyan bir düşünce.  Salman’ın dediği gibi, “IŞİD’e girme meselesi; macera, aktivizm, romantizm, güç, aidiyet gibi arzuları ruhsal tatmin ile birlikte istismar etme meselesidir. Bu, İslam’ın yer aldığı ve çok da rijit olmasının gerekmediği ve Selefilik’in hakim olduğu bir İslam Devleti arzusu anlamına geliyor.”.
İslami teolojiden daha uygun başka şeyler var; daha ikna edici ve onları nsafında neden çarpıştıklarını cevapayan açıklamalar… Mülakatın sonunda ilk mahkum “Bize bir sorunuz var mı?” diye sordu. Sürpriz bir şekilde, odaya geldiğinden beri ilk kez gülümsüyordu ve sonunda bize onu motive eden şeyin gerçekten ne olduğunu biz herhangi bir talepte bulunmadan söyledi. Odada bir Amerikalı olduğunu biliyordu ve galiba onun tutumundan ve sorularından eski bir Amerikan askeri olduğunu tahmin etmişti. Ve “sorusunu” doğrudan ona öfkeli bir biçimde yönlendirmişti. “Amerikalılar geldi.” diye başladı. “Saddam’ı yönetimden uzaklaştırdılar ve bizim emniyetimizi de elimizden aldılar. Saddam’ı sevmiyordum, onun zamanında açtık ama en azından ülkemizde savaş yoktu. Siz ne zaman buraya geldiniz, iç savaş başladı."

"IŞİD, El Kaide’den beri bu genç adamlara onurlarını, ailelerini ve topluluklarını savunmayı teklif eden ilk grup"

En sonda sert bir hicive maruz kalan bir Amerikan generali… Bu tüm duydukları Doug Stone için gerçekten de çok tanıdık olmuştu. “Kesinlikle tipik profile uyuyor” dedi Stone sonrasında. “Tüm mahkumların yaşı, ben Irak’ta iken, ortalama 27 idi; evlilerdi, 2 çocukları vardı, 6. Veya 8. Derecedeydiler (Çevirmen notu= Sanırım okul veya ordu kastediliyor). Bu mahkum da diğer mahkumların yüzde 80’i ile aynı profile sahip. Ve her bir mahkum gibi onun da baş şikayeti emniyet hakkında ve aynı diğerleri gibi o da tüm Amerikan kuvvetlerine karşı.”

Bu mahkumlar, 2003’teki Amerikan işgali felaktine çocuk yaşlarda maruz kalanlar arasından geliyor. Acımasız bir Şii hükümeti kuran Nuri El Maliki yönetiminde, Irak’ın şiddet ve kaosla iç içe olan Arap bölgesinden… Sünni Arap olarak büyümek o zamanlar için pek de “eğlenceli” değildi. Bir diğer mahkum kendi hayatını “Amerikan işgali altında büyümek” olarak tanımlamıştı: Dışarı çıkamıyordu, bir hayatı yoktu ve özellikle belirtmişti ki bir kız arkadaşı yoktu. IŞİD savaşçılarının en çok içerlemiş oldukları şey gençliklerini yaşayamamış olmalarıydı. Mülakat yaptığımız bir başka mahkum çok hassas bir yaşında, 13 yaşında yerinden edilmişti, çünkü Irak’ta mezhep savaşının zirve yaptığı Diyala’dan Kerkük’e kaçmıştı. Bu çocuklar, işgal çocuklarıydı ve bu hassas çağlarında çoğunun babası kayıptı (hapislerde, idam sehpalarında, direnişte çarpışırken). Bu çocuklar Amerika’ya ve kendi hükümetlerine karşı öfke dolulardı. Bu zihinler sınırları aşan bir İslam Halifeliği’nin fikriyle doldurulmamıştı, bunun yerine etkili olan şey IŞİD’in El Kaide’den beri bu aşağılanmış ve öfkeli genç adamlara onurlarını, ailelerini ve topluluklarını savunma imkanı veren ilk grup olmasıydı. Bu, IŞİD’in hayat tarzına doğru bir radikalleşme değildi ancak onların emniyetsiz ve onursuz hayatlarından kurtulup Iraklı Sünni bir Arap olarak gurur içinde yaşayabilecekleri vaadi söz konusuydu. Bu sadece dini değil kültürel, toplumsal ve yerel bir kimliği de teşkil ediyordu.

Iraklıların IŞİD’e katılım sebebine dair bir açıklama da Zerevani (Altın) Özel Kuvetleri’ni kumanda eden Peşmerge Generali Aziz Veysi’den geliyor. Açıklamasını da savaş alanında bir cesedin üzerinden aldığı valkie-talkie telsizde kulak misafiri olduğu ve bir IŞİD savaşçısı ile lideri arasında geçen diyaloğa dayandırıyor.  “Kardeşim yanımda ve ölü. Kuşatılmış durumdayız ve en azından kardeşimin cesedini götürmemiz için yardıma ihtiyacımız var.”

General Veysi, buna gelen cevabı da duyar: “Daha ne isteyebilirsin? Ağabeyin Cennet’te ve sen de orada olmak üzeresin.” Bu cevap etrafı sarılmış olan genç adamın duymayı umduğu cevap değildi. “Lütfen gelin ve beni kurtarın.” dedi. “Öyle bir cennet… Onu istemiyorum.”
Ama yapmadılar. Onu bekleyen cennet her neyse, ona terk ettiler.

*Orijinal başlık

Kaynak: The Nation
Dünya Bülteni için çeviren: Deniz Baran