Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, iki yıl önceki Davos toplantıları sırasında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı durarak ve onu azarlayarak Arap ve Müslümanların gönlünde ilk sırayı almıştı.

İsrail güçlerinin Gazze’de sivillere karşı insanlık dışı saldırılarını protesto ederek platformu terk etmişti. Onun bu cesur tutumu, Arapları sevindirmişti. Erdoğan, Arapların ve Müslümanların gözünde sadece bir Türk lider olarak yer etmemişti; aksine onu savunmasız Filistin halkına karşı işlenen İsrail ihlallerine karşı ‘Arapların destekçisi’ olarak görmüşlerdi. Arap ve İslam dünyasındaki herkes, İsrail’in kuşatma altındaki Gazze halkına insani yardım taşıyan Özgürlük filosuna saldırısına karşı tutumundan dolayı Erdoğan’ı alkışlamıştı. Bazıları onu Arap lideri olarak bile gördü.

Erdoğan’dan çifte standart
Erdoğan’ın Peres’e karşı tutumunun ilham verdiği kimselerden biri de bendim, fakat duygusallık yıllar boyunca düşüncemi saran siyasi gerçeklikten uzağa götürdü beni. Önceleri Erdoğan’la birlikte siyasette iyi şeyler olduğunu düşündüm. Fakat Ortadoğu’nun yaşadığı olayların hızlanmasından sonra, Erdoğan’ın taşıdıklarının büyük ölçüde siyasi gerçeklik ve çıkarlar lehinde gerilediğini, ahlaki düşünce ve siyasi ideallerden uzaklaştığını görüyorum. Sebepse, Erdoğan’ın Libya’da hiçbir meşruluğu kalmayan bir liderin kendi halkına karşı işlediği suçlara ve katliamlara karşı gösterdiği olumsuz tutum.

Erdoğan, Mısır’da Hüsnü Mübarek rejimine karşı devrimcilerin yanında dururken, başkana yönetimi bırakması ve halka kendi kendini yönetme fırsatı vermesi çağrısı yaparken, bugün Libya’da yaşananlara ilişkin fazla söz söylemiyor. Söylese de konuşması soluk kalıyor. Libya’dan önce de İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ı protesto eden İran halkını desteklemek için tek söz söylememiş, halkın destekçisi olmamıştı. Aksine öğrenci gösterileri sırasında Tahran’da olmasına ve hükümet yetkililerinin göstericilere yönelik sert muamelesini görmesine rağmen sessiz kaldı; sanki onun nazarında vatandaşların hakları halktan halka değişiyordu.

Bu çifte standart tavrı, bizlere Erdoğan’ın eğilimindeki temel unsurun insani yaklaşımlar değil, çıkarlar olduğu izlenimini veriyor. Zira Mısır’ın önceki rejiminin politikaları, Filistin’deki Hamas’ı Türk desteğiyle güçlendirme amaçlı Erdoğan çizgisiyle örtüşmüyordu. Hamas, Erdoğan’ın düşüncesine yakındı. Her iki tarafı da Müslüman Kardeşler’in İslamcı siyasi düşünce bağı bir araya getiriyorken, nasıl öyle olmasın ki zaten!

Mübarek’in gidişi, Mısır’da İhvan’ın güçlenmesinin ve dolayısıyla Filistin’deki nüfuzunun da takviye edilmesinin başlangıcıydı. Bu durum, Türkiye’nin İsrail ve Batı’yla ilişkilerinde kullanabileceği güçlü bir baskı kartı olacak. Türkiye, ‘bölgesel aktör’ rolünün belirmesinin bölgede etkili olmadan başarısız kalacağının farkında.

Libya’dan bir çıkarı yok
Bu nedenle Erdoğan’ın devrimde Mısır halkına destek çıkarak Mübarek’e karşı pençelerini gösterdiğini gördük. Fakat Libya, Türkiye için stratejik bir derinliği temsil etmiyor ve Türkiye, Libya kanalıyla Ortadoğu’da nüfuz elde edemiyor. Zira gerçek nüfuz sahası, Arap Körfez bölgesi, Mısır ve Şam vilayetlerinde. Libya halkının çığlığı, Filistinlilerinki gibi Erdoğan’ı harekete geçirmedi. Sanki Libya lideri Muammer Kaddafi’nin halkına yaptığı saldırılar, katliam olarak görülmüyor. Erdoğan’ın nazarında tek suç, Gazze halkına karşı işlenenler. Onların dışındakilere işlenenlerse, Erdoğan’ı etkilemeyen ve hatta birkaç ay önce aldığı Kaddafi İnsan Hakları Ödülü’nü iade etmeyi düşündürmeyecek derecede başka işler. Görünen o ki Erdoğan, tahmin ettiğimiz gibi her daim tayyip (iyi) değil; onu ancak siyaset harekete geçiriyor ve bazen iyi bazen kötü hale getiriyor. (Birleşik Arap Emirlikleri gazetesi Beyan, 13 Mart 2011)


Kaynak: Radikal