Birçok konuda olduğu gibi Suriye sorununda da herkes çözümün halkın istekleri doğrultusunda olması gerektiğini savunuyor.
Suriyeli muhalifler halkın Esad’ın zalim rejimini eleştirirken, islamcısından solcusuna kadar hepsi, mücadelelerini “halk adına” yürüttüklerini beyan ediyorlar...
Beşar Esad ise halkını “teröristler”e ve dış güçlere karşı koruduğunu iddia ederken, iktidarını “halk istediği” için sürdürdüğünü, aksi halde koltuğunu bırakacağını öne sürüyor...
Suriye ile yakından ilgili olan dış güçler de, Suriye halkının hararetli savunucuları durumundalar. Esad’ı destekleyenler de, ona karşı olanlar da öyle.
Geçen hafta sonu Cenevre’de yapılan konferansta Suriye halkının isteğinden ve iradesinden bol bol söz edildi. Bundan önceki birçok toplantıda olduğu gibi...
Ne var ki, halk denince kimin kastedildiği belli değil. Veya daha doğrusu, herkes kendi anlayışına (veya çıkarına) uygun bir “halk”tan veya halk kesiminden söz ediyor.

Sözde anlaşma
Cenevre konferansında “ortak bir metin” üzerinde mutabakat sağlandı; ama bu zıt pozisyonlara sahip taraflar (bir yandan Rusya-Çin, diğer yandan ABD-Batı) arasında “ortak bir strateji”nin üretildiği anlamına gelmiyor.
Nitekim yayınlanan ortak deklarasyonun henüz mürekkebi kurumadan ABD ve Rus Dışişleri bakanlarının yaptıkları açıklamalar gerçekte pozisyonlarının birbirine ne kadar ters olduğunu ortaya koydu.
Evet, Şam’da bir geçiş hükümetinin kurulmasına karar verildi. Bu bir nevi milli birlik hükümeti olacak, Esad yönetimi mensupları da, muhalifler de bunda yer alacak... Kağıt üstünde güzel görünüyor. Ama her şeyden önce muhalifler Esad’ın adını bile duymak istemiyorlar. Onlar halkı temsil etmeyen, halka zulüm eden bir yönetim ile kesinlikle ortaklık kuramayacaklarını söylüyorlar...
Esad ise daha çok terörist olarak baktığı muhaliflerin ve direnişçilerin hükümette yer alamayacağını söylüyor. Onun gözünde bu unsurlar Suriye halkını temsil etmiyor...
Sorunla yakından ilgilenen yabancı ülkelerin pozisyonları da, aynı şekilde birbirine zıt.
Bu durumda Cenevre’de varılan anlaşmanın akıbeti, Kofi Annan’ın ortaya koyduğu ve bir türlü uygulanamayan 6 maddelik barış planına benzeyecek gibi...
Bunun temelinde yatan esas faktör, bizzat Esad’ın (ve çevresinin) geleceği ile ilgili. Daha açık bir deyişle esas mesele “çözümün Esad ile mi, yoksa Esad’sız mı” olması gerektiğidir.
ABD ve Batı Esad’ın mutlaka gitmesini istiyor. Rusya -Çin ve İran da- Esad’ın kalmasından yana. Cenevre’de yayınlanan metin bu konuda muğlak olduğu için, taraflar ve diğer ilgililer kendi pozisyonlarını korumaya devam ediyorlar.
Konferansa katılan Türkiye de aynı durumda.

Fiili durum
Türkiye Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin yanında, az sayıdaki Ortadoğu ülkelerinden biri olarak bu konferansa katılmış olmaktan memnun. Ama açıkçası Türk Dışişleri Bakanı Cenevre’ye, bir çözüm bulunacak umuduyla gitmedi. Çünkü Ankara artık Esad ile bir çözüm olabileceğine hiç inanmıyor.
Jet krizinden sonra hükümet bu pozisyonunu daha da sertleştirdi. Bir yandan sınır bölgesinde asker gücünü gösterirken, diğer yandan muhaliflere ve direnişçilere daha aktif destek sağlanıyor.
Davutoğlu geçen gün Kahire’de muhalif gruplara “tek muhatabımız Suriye halkıdır, muhalefettir, yani sizlersiniz” diye hitap etti.
Ankara böylece Esad karşıtı cepheye giderek angaje oluyor, direnişi daha aktif şekilde destekliyor. Bu sırada sınır boyunca alınan askeri önlemler Şam yönetimine karşı siyasi ve diplomatik alanın yanı sıra, askeri alanda da baskıların arttırılmakta olduğunu gösteriyor. Nitekim bu askeri hareketlilik sonucunda Suriye kuvvetlerinin Türk sınırından 30 km kadar çekildikleri ve bunun da direnişçilere daha rahat nefes aldırdığı bildiriliyor.
Bir ara Suriye’ye bir “tampon” ve hatta bir “uçuşa yasak bölge”nin kurulmasından söz edilmişti. Anlaşılan Türkiye bu işi fiilen gerçekleştirmeye kararlı...

Kaynak: Milliyet