Davranışları kelimelerle, yani kavramlarla belirleriz, hakaret, hiciv vb. diye. Ancak kavramların anlamı kişiden kişiye değişir. Zaten kavramlar kargaşası olmasa dünyamızda uyum olurdu, daha rahat yaşardık.
Her zaman değil, doğal olarak, ama genellikle yanlış anlama yüzünden birbirimizi kırıyor hatta yok ediyoruz. Daha geçenlerde, Afganistan'da Taliban güçleri, ağustosta NATO'nun başına gelecek olan Danimarka Başbakanı A.F. Rasmussen'i İslam'ın baş düşmanı ilan etti. Nedeni, 'karikatür krizi' süresindeki tutumu. Hakaret içeren karikatürlerden yana çıkmıştır, diyor Taliban ve Rasmussen karşıtları.
Türkiye'nin Rasmussen'e itirazının ne denli haklı olduğu böylece kanıtlanmış oldu. Ama kanıtlanmış olanın tam olarak ne olduğuna dikkat etmek gerek. Bu insanın NATO'nun başına getirilmesinin tepki doğuracağı doğruydu. Kanıtlanmış olan bu öngörüdür. Ama Taliban'ın tutumuna bakarak Rasmussen'in tutumunun da yanlış olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz? Bu sorunun yanıtı 'yanlış' kavramına vereceğiniz anlama bağlı. 'Yanlış' kişiden kişiye ve durumdan duruma değişir. Yalan söylemek, ayıptır, ahlaksızlıktır ve yanlıştır, örneğin. Ama bir savaş esiri sorgulama sırasında 'doğruyu' söylerse vatan haini sayılabilir. Bu çerçevede 'doğruyu konuşmak' yanlış, 'yalan söylemesi' ise doğru tutum olabilir. Bu tür örnekler pek çoktur. Doğru ile yanlış, elde etmek istediğimize göre saptanır. Eğer Rasmussen'in hayattaki amacı NATO genel sekreteri olmak idiyse karikatürlere karşı çıkmaması tabii ki yanlıştı. Gereksiz risk almıştır. Peki neden öyle davrandı?
Tutumu şu nedenler yüzünden olabilir: a) İçten içe önyargılı bir İslam düşmanıdır, karikatürler onun iç dünyasını ifade ediyor olabilir; b) Bu tür bir tutumla seçmenlerinin sempatisini kazanacağına inanmıştır, yani çıkarını düşünmüştür; c) Neyin yasaklanacağına karar vermesinin başbakan olarak kendi işi olmadığına inanıyordur; d) Ülkesinde herkesin ifade özgürlüğüne sahip olmasını istiyor olabilir -bu ifade, hiciv ve alay sınırını da aşıp birilerince hakaret olarak algılansa bile. Bu şıklardan hangisinin geçerli olduğunu veya hangisinin daha ağırlıklı olarak etkili olduğunu bilemiyorum. Ya siz?
Yukarıdaki sorulara (ve sorunsala) birileri kolay ve güvenli bir yanıt vermek isteyebilir: Akıllı ve görgülü bir kimse, bazı çıkarlar ve ilkeler adına birilerine hakaret etmez! Ama tam bu noktada da benim sorunsalım başlıyor. Bir kimsenin tutumu çıkar ve terbiyesizlikten kaynaklanıyorsa ona karşı çıkmak mubahtır. Ancak, ya farklı görüşü ve tutumu, eleştiriyi, hicvi ve alaylı tutumu, ifade özgürlüğünün temeli sayıyor, bundan dolayı yasaklara başvurmuyorsa? Hatta kendisi bu hicve ve alaya katılmıyor olsa da, temel saydığı bazı ilkeler adına tahammül gösteriyorsa? Farklı görüşten başlayıp hakarete varan merdivenin hangi basamağında bulunduğumuza kim karar verecek? Hangi basamakta sabrımız taşacak? Taşınca da neler yapacağız?
Farklı görüşlerden alaya uzanan bütün davranışlar insanlarda rahatsızlık yaratır. İnsanların ve toplumların bu konuda duyarlılığı da zaman içinde farklı olmuştur. Diktatörler hicvi, otoriter güçler eleştiriyi yasaklamış, şakadan anlamayanlar karikatürden gocunmuştur. Toplumun birinde kutsal sayılana, hatta kutsallaştırılmış liderlere yöneltilen şakaya katlanamazken; başka bir toplumda kutsal sayılan, sıradan hiciv konusu olabilir, sert biçimde eleştirilebilir ve suçlanabilir. Aslında hiciv ve alay arasında sınır, her birimizin algılamamıza bağlıdır. Toplumlar, pratik ihtiyaçlar yüzünden, asgari müşterekler temelinde ve yasalar yoluyla tahammülümüzün 'sınırını' belirlemek zorunda kalırlar. Eleştirel hiciv ile hakaretâmiz alay arasında bir çizgi çizilir. Hep görüyoruz, mahkeme salonlarında bu çizgi durmadan tartışılıyor.
Bir toplum içinde bu tür bir çizgi iyi kötü çizilebilirse de, Danimarka ile Afganistan gibi oldukça farklı kültürlere sahip ülkelerde ortak, her iki yanda da geçerli olabilecek ve iki yanı da tatmin edecek müşterek bir espri/hümor algılaması oluşturmak, takdir edersiniz ki, çok zordur. Eğer Rasmussen bu zorluğun ve tehlikelerin bilincinde olup kararlarını ona göre vermişse, en nihayetinde kolay yolu seçmediğini ve ölümcül düşmanları bile bile edindiğini kabul etmeliyiz. Bu durumda empati yapıp gözden kaçırdığımız bir şıkkı da göz önüne almalıyız: Tehlikelere rağmen ifade özgürlüğü adına davranmışsa, bu tutumun takdir edilecek bir yanı da olabilir. Demek istediğim, güvenli olan 'terbiyeli olalım' söylemi yerine, tehlikeli olan ifade özgürlüğünün savunuculuğunu seçmesinin de takdir edilecek bir yanı vardır. Takdir edilmeyen, çifte standarttır: Hiciv bize yöneltildiğinde (hakaret algılayıp) saygıyı talep etmek, biz birilerini eleştirince de (ki o birileri bunu hakaret olarak algılar) temel referansımızın bu kez ifade özgürlüğü olması, gibi.
KÜRESELLEŞMENİN GETİRDİĞİ ŞOK EDİCİ FARKLILIK
'Batı' dünyasında kutsal sayılanı tiyatro sahnesinde veya bir filmde, insani zaaflarıyla sergilemek, bu yolda şakalar hatta hicve başvurmak alışılmış davranıştır. Genelde saygın olana bütünüyle karşı da çıkılabilir. Asıl sorun da buradadır. Küreselleşmenin toplumlar arasındaki koruyucu ve ayırıcı duvarları yıkmaya başladığı günümüzde, farklı kültürlerden insanlar artık bir arada yaşarken bu şok edici farklılık nasıl sindirilecek? Tahammül sınırımız nasıl genişletilecek? Saygı temeldir ve tabii ki saygı gereklidir. Ama saygı, karşılıklı olmalıdır ve herkesin hakkıdır. Kaldı ki, saygı zor ve zorbalıkla sağlanmaz, bilgelik ve olgunluk sonucu kendiliğinden ortaya çıkar - veya çıkmaz. Baskı ve zor, olsa olsa korkuyu ve biat etmeyi sağlar. Şu anda aklımda yüzyıllar içinde, farklı ve 'saygısız' tutumları yüzünden, dışlanmış, kötülenmiş, yurtlarından kovulmuş, zindanlarda çürümüş, dili kesilmiş, gözleri oyulmuş, kazığa oturtulmuş, kemikleri kırılarak öldürülmüş, zehir içirtilerek yok edilmiş, haça gerilmiş, boynu vurulmuş, boğazı sıkılarak katledilmiş, ateşte can vermiş, farklı inanç ve farklı görüş sahibi 'saygısızlar' var. Hakaret algılaması yaşayanların karşısında bazen unuttuğumuz bunlar da var. Herhalde saygıyı bu tür 'saygısızlara' da göstermek gerek.
Kaynak: Zaman