Yıl 1973. Niğde İmam-Hatip Lisesi 3. sınıf öğrencisiydim. Babamın görevi dolayısıyla Kayseri'nin Yeşilhisar ilçesinde ikamet ediyorduk. Yaz tatillerini bazen Niğde'de veya Kayseri'de, bazen de Yeşilhisar'da geçirirdim. İlçede 'Fikir Ocağı' diye bir kültür derneğimiz vardı.

 

Genel Merkezi İstanbul'da bulunan Milli Türk Talebe Birliği'nden (MTTB) birçok 'ağabey' tanırdık. MTTB Eğitim Müdürü Yunus ağabey (Dere) onlardan biriydi. Ağabeylerimiz ve hocalarımızı anmışken, hem Yeşilhisar'dan komşum, hem de Niğde İmam Hatip'den hocam İrfan Gündüz'ü (halen AK Parti İstanbul milletvikili) ve İstanbul'da diş hekimliği yapan Abdülkerim Karaağaç beyleri de minnet ve saygıyla anmak isterim.

 

Hafta sonları 'Fikir Ocağı'nda bir araya gelir, kitaplar okunur, sohbetler edilir ve fikir alış-verişinde bulunulurdu.

 

'Dünya bir inkılab bekliyor'du

 

Aynı yıl, Üstad Necip Fazıl 'Dünya Bir İnkılab Bekliyor' adıyla bir seri konferans başlatmıştı. Sözünü ettiğim ağabeyler Üstad'ın önümüzdeki günlerde Kayseri'de bir konferans vereceğini söylediklerinde nasıl heyecanlanmıştım, anlatamam. Zira bazı arkadaşlarla programın düzenlenmesinde bana da görev verilmişti. Binlerce kişinin yakından görmek için birbiriyle yarıştığı Aziz Üstad'ın hemen yanıbaşında olacaktım.

Program günü sabah erkenden arkadaşlarla birlikte Yeşilhisar'dan Kayseri Milli Türk Talebe Birliği Şubesi'ne gittik. Caddeler, meydanlar üzerinde Üstad'ın fotoğrafının yer aldığı konferansın afişleriyle donatılmıştı.

 

Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, o günün hatırası hâlâ zihnimde dipdiridir. Şehrin en büyük kapalı mekânlarından birisi olan Taş Sineması'nda yapılan programın konusunun 'Tarihte Yobaz ve Yobazlık' olduğunu dün gibi hatırlarım.

MTTB'nin Kayseri Başkanı Şükrü Karatepe'ydi. Şükrü Bey'in kültürel çalışmalarına büyük destek veren biri daha vardı: Abdullah Gül.

 

Görevliler olarak bize görevlerimiz hakkında bilgi verildi ve kolluklarımız dağıtıldı. Akşama doğru programın yapılacağı Taş Sinema'nın yolunu tuttuk.

 

...Ve beklenen an geldi

 

Üstad, saat sekiz sularında, kendine has asaletiyle teşrif etti. Sinemanın kapısının önünde onu karşıladık. Üstad'ın yanında, Şükrü Bey ve Abdullah Beyler vardı. Ortalık bir anda Üstad'ı yakından görebilmek için toplanan dinleyicilerle kaynadı. Biz, bir yandan programı izlemek için salona girenlere yardımcı olurken, bir yandan da o anın bitmesini istemiyorduk.

...

Üstad, konuşmasını yapmak üzereydi. Salonun sahnesindeki basamakları çıkarken Şükrü Bey, koluna girmek istedi. Üstad, kendine özgü kızgın bir tavırla, 'Çek elini be! Koluna girilecek kadar ihtiyarlamadım!' diyerek, Şükrü beyin kolunu hafifçe itti.

 

 

‘O gençliği karşımda görüyorum’

 

Üstad sahnedeydi. Şükrü Karatepe ile Abdullah Gül beylerin ortasında göz kamaştırıcı bir ışık gibiydi. Tarihi konuşmasına 'Gençliğe Hitabe'den pasajlar vererek başladı. "...Zaman bendedir ve bana emanettir şuurunda bir gençlik!" diyordu. ve arkasından şunu ekliyordu: "…O gençliği karşımde görüyorum"… Aman Allah’ım, ne müthiş anlardı o anlar... Salon, tıklım tıklım doluydu. Çıt yoktu. Üstad, gür bir ırmak gibi aktıkça, salon sevinçten, heyecandan ayağa kalkıyordu...

 

Bir ara, 'Konuşmamız acaba uzuyor mu?' türünden bir soru sordu. Dinleyiciler, 'Üstadım sabaha kadar dinleriz!' diyerek karşılık verdiler.

 

Üstad, bir süre sonra, kısa bir mola için dinleyicilerden müsaade istedi.

Bir kaç dakika sonra yeniden kaldığı yerden devam etti... Ve bu eşsiz program gecenin geç saatlerine kadar sürdü.

 

Onun Kayserili okuyucuları ve hayranları, 'Sakarya Türküsü'nü rica ettiler. Üstad, ruhların derinliklerine işleyen tok sesiyle başladı okumaya... Coşkuyla ayakta alkışlandıkça, alkışlandı...

 

Büyük Doğu Gençliği'nin öncüleri sayılan kuşak, Kayseri'den doğduğu için, Üstad burayı da yerlilerini de çok severdi.

...

 

"İnsan bu su misali kıvrım kıvrım akar ya,

Bir yanda akan benim öbür yanda Sakarya"

"…Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;

Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!.."

 

 

Gençler bu şiiri iyi belleyin

 

 

Bizim nesil, çok iyi bilir Sakarya Türküsü'nü. 

Bizler 'O'nunla büyüdük. 

Bizlere analarımızın ninnisi gibi gelirdi Sakarya.

Bilenler bir kere yadetsin ve gençler de iyice bellesin diye bu muhteşem şiiri buraya alıyorum: 

 

 

SAKARYA TÜRKÜSÜ 

  

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;

Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

 

Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;

Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

 

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.

 

Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;

Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat?

 

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,

Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;

 

Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.

Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

 

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,

Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur.

 

Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?

Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!..

 

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!

Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

 

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.

Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

 

Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;

Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.

 

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;

Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

 

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

 

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

 

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?

Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

 

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;

Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

 

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,

Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

 

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;

Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

 

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

 

Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!

Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

 

Sakarya; sâf çocuğu, mâsum Anadolu'nun,

Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

 

Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;

Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

 

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;

Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

 

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

 

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;

Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!.. 

  

 

Evet yüzsüstü çok süründü ama, 

Kalktı işe o Sakarya artık ayağa.

 

 

O şimdi ‘864 Rakımlı Tepe’de

 

Evet, aradan 35 yıl geçti. Üstad'ın konferansı ve o gün onun yakınında bulunan Sayın Abdullah Gül ve diğer değerli devlet, siyaset ve bilim adamlarımızdan elbette uzun uzun söz edilebilir. Ama bu tamamen başka bir yazının konusudur. Sadece Abdullah Gül'ü anlatmak belki ciltlerce kitap olur. Abdullah Gül, devletin birçok kademesinde çok önemli ve güzel işlere imza attı. Yaptığı işleri başarıyla tamamladı. Bazı çevrelerin, sözde eleştiri adına yapageldikleri 'yergilere', salvolara kulak asmadı. Doğru bildiği şeyleri, doğru zamanda, doğru zeminde ifa etti.

 

Sayın Abdullah Gül, şimdi Türkiye'nin Cumhurbaşkanı. O, şimdi 864 rakımlı tepede...

Orada da ülkenin geleceği için önemli işler yapacağına olan inancım tamdır. Bir vatandaş olarak buna can ü gönülden inanıyorum.

 

Evet, sevgili dostlar, bu yazıyı değerli Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'le ilgili bir hatıramdan birkaç kesit sunmak için kaleme aldım ve sizlerle paylaştım.

...

Bu vesileyle Abdullah Gül'ü de yeni görevinden dolayı tebrik etmek istiyorum. Allah yar ve yardımcınız olsun Sayın Cumhurbaşkanım...