Türkiye ile İsrail arasındaki hiçbir kriz anının öncesi, esnası ve sonrası yıllardır değişiklik göstermiyor. Üç aşağı beş yukarı krizlerin kronolojisi şu şekilde gelişiyor:

İsrail Filistinlileri katlediyor; Filistin topraklarına yönelik işgalini derinleştirecek adımlar atıyor; Filistin’in egemenliğinin altını oyacak provokasyonlarda bulunuyor.

Buna mukabil Türkiye “kediye kedi diyor” ve İsrail’in hukuk tanımaz tavrına yönelik ağır eleştiriler yöneltiyor. Büyükelçi istişareler için Ankara’ya çağrılıyor ya da Mavi Marmara’da olduğu gibi geri çekiliyor. Tarih boyunca Filistin’den yana tavır almış Türk halkı İsrail’i telin eden gösteriler yapıyor.

İsrail de büyükelçisini istişareler için geri çağırırken, hükümette her kim varsa beşinci sınıf Hasbara (kamu diplomasisi) kokan suçlamalara başlıyor. Suçlamaların merkezinde Hamas ve Türkiye’nin siyasi kamp fark etmeksizin Filistinlilere verdiği destek yer alıyor. İstisnasız her defasında bir İsrailli milletvekili çıkıyor ve “Ermeni yasa tasarısını Knesset’ten geçirmenin tam vakti” diyor. Bu esnada İsrail’den gelen yeşil ışıkla birlikte Batı basını Türkiye’ye çok koldan saldırıya geçiyor.

Bu kronolojinin de göstereceği gibi ikili ilişkilerin merkezinde Filistin dosyasının yer almakta. Tarih boyunca ikili ilişkiler İsrail’in Filistinlilere muamelesine bağlı olarak şekillenmiş. Filistinlilere yönelik sindirme faaliyetleri ikili ilişkileri germiş veya koparmış, barış yolunda atılan adımlar ise ikili ilişkilere ivme kazandırmış. Tabii bu kural 28 Şubat gibi istisnai dönemler dışında geçerli olmuş.

Mezkur kronolojide son yıllarda oluşan çok önemli bir fark var. O da güçlenen ve kardeş coğrafyalardaki itibar alanı genişleyen Türkiye’nin Filistin meselesinde öncü bir rol oynaması. Türkiye’nin tarafı her zaman belliydi; fakat son yıllarda oynadığı öncü rol bir imkan meselesi. 2000’lerin başından itibaren yavaş yavaş “yetim” Filistin davasının bayraktarlığını koşulsuz bir şekilde üstlenmeye başladı. Bir taraftan Filistin halkının acılarını hafifletmek için insani yardım seferberliği düzenlenmesi, Gazze’ye ulaşan nadir ülkelerden birisi olunması; diğer taraftan BM nezdinde yürütülen Filistin’in devletleşmesi çabalarına mihmandarlık edilmesi ve İİT’nin kuruluş amacı olan Filistin ve Kudüs meselesinde aktive edilmesi Türkiye’nin bayraktarlığının muhtevasını oluşturuyor. Yani İsrail’in katliamlarına ses yükseltmekle yetinilmiyor; uluslararası toplum ve özellikle İslam dünyası seferber ediliyor. Toplu hareket edilmek suretiyle İsrail’in ve hatta İsrail’le birlikte hareket eden ülkelerin üzerinde baskı oluşturuluyor. Kolektif vicdan fiiliyata sokuluyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İİT toplantısında sarf ettiği “Kudüs nöbeti bizde” mesajı bu anlayışın en berrak ifadesi. 

Yazının tamamını okumak için TIKLAYINIZ