Her mevsim sahile açılan meydanın sağ köşesindeki tarihi yapıdan başını uzatmasını heyecanla beklerim. Bu bekleyişten ne onun ne de başkasının haberi olur. O mevsim geldiğinde sabahın ışıkları sahile düşerken hafif gölgede kalan kubbeli külliyenin bitişiğinde biraz yüksekçe duran bahçeden başını uzatarak adeta muştu gibi görünüşünü heyecanla beklemek bu şehre özgü bir duygu.

Bu bahar yine bekledim. Yolumun özellikle meydandan geçmesi için günlük güzergahımı değiştirdim; meydana geldiğimde, 'şairin beklediği çeşme' tam karşımda sağda külliye… Fakat bir tuhaflık vardı bu yıl... Erguvan renkli bahar gülümsemesiyle başını gri taş duvarın bitiminden uzatmış bakıyordu yine. Adeta naz makamında bir bakışı yakalamıştım restorasyon perdesinin kapattığı görüş alanına rağmen… Olsun 'ben buradayım' demesi yetiyordu.

Aynı mevsimlerde muştusunu beklediğim bir başkası daha vardı. Beylerbeyi Sarayı'nın kat kat yükselen arka bahçesinin son düzlüğünde büyükçe bir havuz… Bunu ne sahilden ne de sarayın yakınlarından görebilirsiniz. Ama her geçen gün pek çok tarihi eser ve camiyi ezip geçercesine yapılan köprülerin bir benzeri olan Boğaz Köprüsü'nden geçerken bu havuzu, etrafındaki martıları, gözden ırak olduğu için pek bakımlı olmayan çevresine bakıp erguvan renginin suya ne zaman aksedeceğini beklerim bütün yıl. Zaman zaman kirli kalsa da suda sağ köşedeki hemen havuzun başında pek de büyük olmayan zarif erguvan ağacının çiçekleriyle suya aksediş anını yakalamak düşüncesi her geçişte zihnimde takılır kalır.

Boğazın suları üstünde güneşin henüz kıpırdamaya başladığı saatlerde üstten bakınca düzgün yarım kubbemsi görüntü veren erguvanın zarif gövdesiyle birlikte suya aksedişi…

Durgun sularda tazelenişin bir o kadar da sükunetin titreşimleri… Bütün yıl dallarının yeşerdiği, sarardığı ve nihayet dökülüp kuruduğu anlar sanki o bir kaç haftalık kısa saltanatın keyfini çıkarmak için hazırlık yapmaktaydı. Büyük havuzun tam köşesinde kendiliğinden mi büyüdü yoksa görüntüyü, ışığı, hele onlarca metre yüksekten geçenlerin en iyi görebileceği konumu hesaplayan bir incelik sahibi mi düşünüp dikti: Bu, zor ihtimal olsa da erguvan hep şaşırtır. Erguvan hep cesurdur.

Oysa başımı biraz kaldırıp ötelerde, boğazın sırtlarında gözlerimi gezdirdiğimde yeşilin arasından fışkıran erguvanları çok cesur bulurum.

Çelimsiz yapısına rağmen İstanbul kadar köklü bir ağaç erguvan.

Rengindeki neşe ve cüretkarlığa rağmen tarihin ağırlığını taşır…

Ne ilginçtir ki İstanbul'un tarihine damga vuran olaylar erguvanla ilişkilendirilirdi hep. Erguvanın bakanları mest eden rengi, İstanbul'a kattığı güzellik ihmal edilecek türden değildi çünkü. İstanbul, tarihe damgasını vuran büyük dönüşümleri tebessümle geçiştirebilmesini herhalde erguvanın hayatındaki yerine borçlu…

Bizans'ın İstanbul'u inşa edip surları bitirmesi bir mayıs ayına, yani erguvan mevsimine denk gelmiş. Bu mevsimde ismi verilmiş. Her şeyden önce Bizans prenslerinin doğduğu odalar, Bizans'ın imparatorluk rengi olan erguvan renginde olurmuş…

İstanbul yine bir mayıs ayında fethedildi. İstanbul'u fetih düşünün bir erguvan mevsiminde gerçekleşmesi erguvanı saltanat rengi yapmaya yetti mi? Has bahçelerde özenle korundu, Osmanlı zevki erguvanı hissedecek şiirselliği duyumsadı. Belki erguvanın İstanbul'a kattığı, o olmadan eksik kalacak olan, onunla tamamlanan güzelliğini takdir etti hep. Takdir etmek taklit etmeyi gerektirmiyor.

Erguvan güzelliği kadar faniliği hatırlatan derin bir çelişkiyi taşır. Yılda bir kere ve çok kısa süreliğine yaşanan bir saltanattır onun güzelliği… Boğazın iki yanında yeşiller arasında göğe yükselen servilerin tenha ve sessiz sükunetine inat cesur rengiyle insanda çağrıştırdığı coşku, gelip geçici heveslerden çok fanilik duygusunun hüznünü çağrıştırır.

Baki şiirinde erguvana methiye dizerken aslında bu faniliği, yanılsamayı da ima etmiyor mu?
'Dürr u yâkût ile nahl-i murassa' sandım/ Erguvan üzre dökülmüş katarât-ı emtâr' yani, Erguvan üzerindeki çiğ damlalarını görünce, yakut ve mercanla süslü bir fidan sandım. DEVAMI>>