Bir on sene önceye gidilse ve biri, laikliğe sadakatle bağlı bir ülke olarak Türkiye'nin günün birinde İslamcı bir hükümet başkanına sahip olabileceğini ileri sürse, bu bir şaka olarak görülürdü. Hele bu İslamcı liderin, ülkenin kurucusu ve baba figürü Kemal Atatürk'ten sonra ikinci sırada gelerek ülkenin en uzun süre görev yapan lideri olmaya doğru gittiğini ileri sürse, bu da korkunç bir şaka olarak görülürdü.

"Asla, paşalar bunun olmasına katiyen müsaade etmezler." Eskiden bu iddiaya hemen bu cevap yapıştırılırdı. Paşalar ya da sivil veya askeri yetkililer artık kışlalarına hapsoldular. Türkiye'de pazar günü yapılan parlamento seçimlerinin sonuçlarının tarihi perspektifle değerlendirilmesi gerekiyor.

Hiç kuşkusuz iktidarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) partisinin yüzde 50'lik halk desteğiyle ses getiren zaferi, dönüm noktası durumunda bir hadisedir. Zafer bekleniyordu ama 2007 seçimlerindeki yüzde 47'lik oyu geçecek boyutta olacağı beklenmiyordu.

Meselenin özü şudur: Türkiye, iktisadi refah açısından beklenmedik irtifalara ulaşıyor ve onlarca yıl süren çatışmalar, kan dökmeler ve kronik siyasi istikrarsızlıklardan sonra Türkiye artık bir barış ülkesidir. Büyük ayaklanmalar ve belirsizliklerden geçen komşusuyla arasındaki zıtlık da hiç bundan daha keskin olamazdı. 

Türkiye'nin ekonomisi G20 grubunda Çin'den sonra ikinci sırada gelerek geçen sene yüzde 9 oranında büyüdü. Ülke ekonomisi hâlihazırda dünyanın en büyük 17. ekonomisidir ve artan milli gelir halka da sirayet ediyor ve daha iyi yarınlara dair insanlara ümit veriyor.

Türkiye bugün İspanya’dan daha ucuza borç buluyor. Bu da, çok da uzak olmayan bir geçmişte Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) para dilendiği zamana göre çok farklı bir durumdur. Keza bu durum IMF’nin de başarısını gösterir. Türkiye, IMF'den en çok borç alan ülkelerdendi, geçen 10 yılda 25 milyar Amerikan doları borç almıştı ama 2013’e kadar borçlarını rahatça ödeyecek görünüyor. Bu hususta Avrupa Birliği’nin (AB) kadim üyesi Yunanistan’la olan zıtlık da aşikârdır.

 

Aynı zamanda, IMF’nin boş olan başkanlığı için mükemmel bir aday olarak bir Türk’ün, Kemal Derviş’in isminin ortalıkta dolaşması da hiç şaşırtıcı değil. Kemal Derviş, hasta Türk ekonomisi yoğun bakımda kritik bir safhadayken hasta bakıcılığı yapmıştı. Ekonomilerinin iyileşmesini sağlamak üzere parlak bir Türk ustayı istihdam etmek de muhtemelen AB üyesi ülkeler için yutulacak acı bir hap olacaktır. 

Erdoğan’ın seçilmesinin izahı

İronik olarak, Bloomberg raporunda da yazdığı gibi, “AB’ye katılma çabaları geri çevrilen Türkiye, 10 senenin hâsılatı olarak şimdi 27 üyeli bloktan en az sekizinden daha ucuz oranda borçlanıyor." Türk seçmeni, başarılı ekonomi yönetiminden dolayı Erdoğan hükümetine minnettardır. Bununla beraber, Erdoğan'ın art arda üçüncü kez ülkeyi yönetmek için dört yıllığına seçilmesi daha geniş kapsamlı izah gerektiriyor.

Elbette bu başarıda şahsi karizma bir etkendir. Bugün Türk siyasetinde bir devlet adamı olarak onun omuzlarının hizasına bile yetişecek kimse yoktur. İlgi çekici siyasi biyografisindeki malzeme bir destandır. Bir Karadeniz şehrinin arka sokaklarından İstanbul üzerinden Ankara’ya, hapishane hücresinden başbakanlık ofisine, kışkırtıcı İslamcılıktan uzlaşmacı bir siyasetçiye, bir Türk siyasetçi olmaktan büyük ihtimalle önümüzdeki yıllarda, Muhteşem Süleyman’dan başlayarak Osmanlıların asırlarca yaptıklarından çok daha kalıcı ve insani bir şekilde Yeni Ortadoğu’ya şekil verecek önde gelen bir bölgesel figür olmaya doğru uzun bir yolculuk…

Erdoğan’ın 2003’te devraldığı Türkiye, görünürde demokrasiyi uygulayan ama halen Ortadoğu’daki otoriter rejimlerin genel özelliklerini taşıyan bir ülkeydi.

Kendisini Türk devletinin muhafızı olarak gören ordu, son derece otoriter bir gizli güç olan “derin devlet”, ayrılıkları ortadan kaldırmak için baskının araç olarak kullanılması, her türlü dini aşırılıkları boğan militan bir laiklik türü, İslam’a bağlı olan fakat dünyevi endişelere dalan insanların genel olarak kökleri derinlere inen dindarlığı ve siyasi İslam’la anlaşmak ve onu anlamanın reddedilmesi ya da bu konuda başarısız olunması… Türkiye’deki krizin en önemli özellikleri bunlardı. 

Erdoğan bir “kurtarıcı” ya da bir “fatih” olduğunu ispat etti. O, Türkiye’yi dini inançlara sahip olmak ya da bunları tatbik etmenin, devlet ya da moderniteye karşı olmadığı gerçeğiyle yumuşak bir şekilde yüzleşmesini sağladı. Erdoğan’ın yönetimi devraldığı zaman Türklerin zihinlerinde çalkalanan düşünce, kadınların başörtüsü takmalarının devletin laiklik ilkesiyle bağdaşıp bağdaşmadığıydı.

Açık bir şekilde iki Erdoğan var. Türk “derin devleti”nin etkilerini izale etme planına başladığı ve ülkenin laikliğin temeline ilişkin dogmatik düşüncesini yumuşatmaya çalıştığı ilk döneminde, zor bir meydan okuma içine girdiğini ve sert tepki görebileceğini biliyordu.

Böylece Erdoğan itidal politikalarına başvurdu ve “merkezci oldu. Kendisinin reform programını hayata geçirmek üzere de Türkiye’nin AB üyeliği teşebbüsünü taktik açıdan fevkalade biçimde kullandı. Bu yaklaşım onun büyük sanayicilerden İslamcı muhafazakarlara, liberallere, Kürt milliyetçilerine ve aslında İslami siyasete karşı olan aydın kesime kadar, içinde her rengin bulunduğu bir gökkuşağı koalisyonu kurmasına yardım etti.  

Gönülleri fethetmeye çalışma stratejisi faydalı oldu ve Erdoğan Türk tarihinin belki de en dönüştürücü dönemlerinden birine başkanlık etti. Gerçekten Türkiye şimdi, AKP’nin ilk kez iktidara geldiği 2002’dekine kıyasla çok farklı bir ülkedir.

2007’de başbakanlıktaki ikinci döneminde ise Erdoğan, farklı bir adama döndü. Artık o, kendisini çok daha fazla hissettiriyordu ve kendisinden emindi. Zayıf bir partiye liderlik etmediği artık kanıtlanmış, AKP Türkiye’deki “müesses nizam”ın benzersiz bir partisi olmuştu.

O, bundan sonra “merkezci koalisyonunu kullanmadı.  Hürriyet gazetesinde ünlü bir köşe yazarının yazdığı gibi:

Ilımlılık AKP’ye popülarite sağladı. AKP daha popüler hale geldikçe de merkezci ittifak politikaları ve AB’nin liberal vizyonunu ihmal edebileceği hissine daha fazla kapıldı. Bundan dolayı parti AB sürecini terk etti ve bunun yerine, medya ve mahkemeler de dahil olmak üzere kendisiyle aynı fikirde olmayanların peşine düşmeye başladı.

On sene sonra Erdoğan halen İslamcı muhafazakarların desteğine sahiptir ama koalisyonun geri kalan kısmı onu terk etti. Liberaller, Avrupa’yla ilgili taahhütlerindeki donukluktan dolayı AKP’yi terk ettiler. Büyük işletmelerin de, laik şirketlere AKP tarafından yapılan kaba muameleden dolayı cesaretleri kırıldı.

Eleştiriler biraz sert. AB, ortak Avrupa evinde yer alacağına dair Türkiye’nin ümitlerinin daima boş bir hayal olarak kalacağını fazlasıyla açık bir şekilde ifade eden özellikle Fransa ve Almanya’yla olan meselelere yardımcı olmadı. AKP de AB’nin siyasi-kültürel üstünlük küstahlığına tepki gösterdi.

Erdoğan’ın seçimi

Türk seçkinlerinin Batılılaşmış kesimleri dışında insanların tamamı AB’nin bu tavrına içerliyor. Daima güçlü bir akım olarak kalan Türk milliyetçiliği de başını kaldırdı. Böylece bir taraftan AB’nin tutumuyla Erdoğan’ın eli güçlenirken diğer taraftan da o, Batı tarzı reformlardan Türk tarzı reformlara geçiş için bu fırsatı değerlendirmenin akıllıca olacağını düşündü.

Tüm bunlar Erdoğan'ın şahsiyetinden kaynaklanıyor. O, inatçı olabilen, asla kızdırılmaması gereken, acul ve geniş gönüllü ve aynı zamanda hem cana yakın hem de hükmeder pozisyonda olan tipik bir Türk’tür.

Erdoğan’ın bu dönem için seçtiği yol da zaten hararetli tartışmaların olduğu bir meseledir. AKP'nin 550 üyeden oluşan parlamentoda elde ettiği 326 sandalye, anayasayı değiştirmek için gereken üçte ikilik çoğunluktan 40, anayasal reformu referanduma götürmek için gereken sayıdan da dört eksiktir.

AKP’nin, ortanın solundaki Cumhuriyetçi Halk Partisi (135 sandalye), aşırı milliyetçi Milliyetçi Hareket Partisi (53 sandalye) ya da Kürt partisi Barış ve Demokrasi Partisi’nin (36 sandalye) desteğine ihtiyacı var.

Erdoğan, 1980 askeri darbesinden sonra hazırlanan 1982 anayasasının yerine “temel hak ve özgürlükler”i içerecek yeni bir anayasa hazırlanmasını yeni hükümetin ana gündem maddesi olarak belirledi. Erdoğan’ın bu konuda kafasında neler olduğuna dair hâlihazırda birkaç detay var. Türkiye’nin en saygın yazarlarından Murat Yetkin, şöyle yazdı:

Seçmenler, Erdoğan ve hükümetini dört yıl daha iktidarda görmek istediler fakat ondan yeni anayasa için muhalefet partileriyle uzlaşma aramasını istediler. Erdoğan, muhalefetle ortak bir zemin arayacak mı, arayacaksa bunu hangileriyle yapacak? Bu sorunun cevabı önümüzdeki aylarda Türk siyasetine şekil verecek.

Kısaca Erdoğan’ın, bir tarafta laik ve liberal Türkler, diğer tarafta iyi organize olmuş siyasi bir partiyle büyük ölçüde kök salan İslami muhafazakâr seçkinler olmak üzere Türkiye’nin iki “yarısı”nı uzlaştırması gerekiyor.

Erdoğan’ı bekleyen bir zorluk da bu iki “yarı”nın, uzlaşmaya gönüllü olmalarının gerektiğidir. Erdoğan’ın İslam’la demokrasiyi bir araya getirmesi yüksek bir ihtimal iken bu konuda bir uyuşmazlık çıkması işleri aksatır. Erdoğan, kaderin onu tarihe geçecek bir adam olmaya sevk ettiğinin farkında. Bu yüzden, pazar günü seçimden hemen sonra yaptığı zafer konuşmasında  tüm milleti kucaklayacağına dair söz verdi:

Milletimiz bize yeni anayasayı hazırlama görevi verdi. Bize, yeni anayasayı uzlaşma ve görüşmeler yoluyla yapmamız mesajını verdi. Yeni anayasayı muhalefet partileri, sivil toplum örgütleri ve akademisyenlerle görüşeceğiz. En geniş uzlaşmayı arayacağız.

Sivil, özgürlükçü, katılımcı anayasayı birlikte yapacağız. Bu, Türklerin, Kürtlerin.... Romanların, azınlıkların anayasası olacak.

Bu görüşe cazibe katan şey, bunun tamamen Erdoğan ve Türkiye'nin seçimi olmasıdır. Bu seçim, Amerika ya da Avrupa'nın baskılarından yapılmadı. (Türkiye'de "anti-Amerikancılık" derin köklere sahiptir ve Pakistan'da olduğu kadar şiddetlidir. Türklerin sadece yüzde 10'u ABD'ye müspet bakıyor.) İkincisi, tüm Müslüman Ortadoğu da merakla Erdoğan'ın üçüncü döneminde yapacağı seçimlere bakıyor.

Erdoğan, demir tabela yerleştirerek Müslüman Kardeşler'e Mısır ve Ürdün'de takip edecekleri yolu göstermede iyi bir konum aldı. Şiilerin güç kazanması, Irak’taki demokratik çerçeve, Lübnan, Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn'de Müslümanların ruhu parçalanmadan tam olarak ne manaya gelir? Arapçılığa rağmen Ortadoğu mükemmel bir şekilde Batı'ya nasıl çekilebilir? İslamcı ve gururlu bir Türk olmasına rağmen aslında Erdoğan'ın yaptığı da budur. 

 Kaynak: Asia Times

 Dünya Bülteni için çeviren: Emin Arvas