Her seferinde biraz daha değişiyor bakışındaki yoğunluk ve ben bu kez, bir tür sitem algılıyorum biricik gözünün bakışını yüzümde hissettiğimde. Çoktandır öyle, katarakt ameliyatı oldu olalı, iki gözünün bakışını görebilen tek gözüne yoğunlaştırdığı hissine kapılıyorum, karşılaşmalarımızda. Yüzüme bakarken dalgınlaşıyor, gözleri hâlâ üzerimdeyken beni görmeye dayanamıyor sanki, ne de olsa sayılı gün için geldim Urumiye’ye. Henüz nefes alan her şeye ve eşyaya dönük yeni bir muamelesi var, bir taraftan aceleci, diğer taraftan dalıp gitmesine yol açan türde... Bir dahaki sefere görüşmeyebiliriz pekâlâ; gözleri doluyor. Bir dahaki sefere diye bir şey hiç olmayabilir de. Sekseni aşan yaşı yüzünden fani dünyaya veda eden ille de kendisi olabilirmiş, olmalıymış gibi, aramıza bir mesafe koyduğunu da hissediyorum. Ahirete doğru ilk eşiği geçecek kişi olma inancını içe kapanmalarla, dalıp dalıp gitmelerle bir vedaya dönüştürüyor, bir gözünü yitirdi yitireli. Onu aynanın karşısında izlediği görüntüyü benimsemediğini anlatır bir halde yakaladığımda, bir gözün mekânına yerleşen bir ömrün bakışını benden kaçırdı önce. Fakat Ekim’in ortasında hâlâ rengarenk havuz dolusu çiçeğe bakarken izlediğimde bambaşka biri olabildiğini gördüm. Biricik gözünün bakışıyla bütün ömrü boyunca elleriyle diktiği ve baktığı çiçeklerin sunduğu şöleni doyasıya içine çekiyordu adeta.
Nereye bakıyor acaba Biricik Gözlü Kadın, uzağa mı yakına mı... Bir bebeğin doğarken yanısıra getirdiği ve sırrını bütün âlemden saklarken unutmaya başladığı gerçeği yeniden öğreniyor sanırsınız ve sanki bir de, tıpkı bebek misali, öğrendiği bilgiyi âlemden ister istemez sakınmaya öğütlü gibi.
Dolayısıyla an geliyor, bebek kadar ulaşılmaz oluyor hisleri, düşünceleriyle. Benim bilmeyi başaramadığım bir şey sunuldu ona ömrü boyunca, görmeye hazır olmadığım bir nesneye ya da yüzeye dokundu algıları; çerçeveye alınmaya izin vermeyen, böylelikle de masumiyetini, orjinalliğini koruyan görüşlerine borçlu bunu kısmen, anlatmıştı. Ellerine sarılıp öpmek istiyorum. Bırakmıyor.
Bana dokunaklı gelen, aynı zamanda hayran bırakan, eşya karşısında hâlâ bir yadırgamayı koruyor olması. Sevdiği nesnelerin biçimlerini ikonlaştırıp dondurmamış bilincinde, bu nedenle de renklerde ve çizgilerde taze işaretler algılıyor ve denizlikten salkım saçak sarkan sakız sardunyalarını naylon sarmayı unuttuğu halde, yılın ilk keskin soğuğu karşısında gösterdikleri mukavemete hayretini bildiriyor.
Dün gezindiği bahçe değil bu ve yarın acaba adımları nerelerde dolanacak... Birazdan ölecekmiş gibi, bu dünyada sonsuzca yaşayacakmış gibi karşılama ve veda cümleleriyle de dopdolu bakışı.
Bir şeyi başka türlü görme becerisi kazanmak, görülmesi alışılmış olanı bambaşka, en sahih haliyle görmek için nasıl, ama özellikle nasıl bakmalı... Marcus Aurelius alışkanlığı kırmayı, “şeylerin gerçeğini temelden kavrayan ve onların yüreğine işleyen, böylece onları gerçekte oldukları gibi görmemizi sağlayan bir araç, onlara çıplak gözle bakmanın, bayağılıklarının ayrımına varmanın, onları büründükleri önemden de sıyırmanın bir yolu” sayıyormuş. Bakışlarına sahip çıkmanın bir anlamı da kendine özgü bir bakışı geliştirme şansıdır. Politikadan dinsel çıkarımlara, bilimden felsefeye, medyadan sanata, gerçeklik adına öne sürülen görüşleri sorgusuz sualsiz kabul etmektense kendine ait bir bakışın süzgecinden geçirebilmenin nasıl da zorunlu olduğunu düşünüyorum, Biricik Gözlü Kadın’la bahçede gezinirken.
Ayetullah Humeyni, bakışların safiyetini aşındıran görsel kültürün spamlarına karşı “duvara bakar gibi bakmayı” öğrenmek gerektiğini söylemişti, kendisine sinema sanatı etrafında yöneltilen sorular karşısında. Bu anlamda müstehcen ya da pornografik olan, bakılana değil, bakan göze ait bir yetersizliğin sapması. Biricik Gözlü Kadın’dan da benzeri bir cümle duyduğumu hatırlıyorum: Çirkinliklerle gözünü yoracak yerde, ufka çevir bakışlarını, gökyüzüne yönelt!
Duvar, bir sebeple bakışımızı alıkoyan, ketleyen metaforik perde; tasvir sağnağını o perdenin eleğiyle karşılamadığımız takdirde engine bakma yeteneğimizi de köreltiyor, bilincimizi esir alan alışkanlık.
Yanlış imgelerden kurtulmanın yolunun doğru ilkeleri kavramaya ilişkin sürekli bir araştırmadan geçtiğini öne sürüyor Carlo Ginzburg da, Tolstoy ve Proust’un metinleri üzerinden. “Nesneleri ilk defa görüyormuş gibi anlatan” yazar olarak Tolstoy’un ulaştığı açıklama, Hz. Muhammed’in bir ağacın gölgesinde dinlenen yolcusunu getiriyor akla: Geçiciliği ve ölümü kabullendiğinde, sanki kalp gözü de açılır ve bambaşka görme ve görünüş imkânı anlaşılır hale gelir. (Tahta Gözler, sf. 32)
Uzağa bakmak, çoktandır unutmaya başladığımız bir yetenek. Uzak bütün olağanüstü sahneleriyle en yakında, elimizin altındaki ekranda çünkü, bu nedenle de uzaklarda olup biteni en kısa bakışımızla kavramaya çalışırken bir tür algısal miyopluğa dûçar oluyoruz. Manzara resimleri furyasının yerini şimdi şaşırtıcı özellikte sahneler kadar zihni dindireceği umudu veren bir sessizliği, huzuru imleyen e-sahneler aldı.
Seyri kaçınılmazmış gibi sunulan nice görüntü sanatı murat ediyor değil, sanat için sanatı kastediyor da değil; hangisi alışkanlığı kırmayı başarıyor ki...
Doymaya niyet taşımadan abur cubur izlemeye, bakıp durmaya, ısrarla bakmakta kusur işlendiği için göz önünden akıp geçen sahnelere gecikildiği hissine kapılmaya zorlayan bir kültür endüstrisinin dili, alışkanlığı kırmayı, yadırgamayı sağlayacak deneyimlere ilgiyi körelterek genişletiyor varlık alanını. Sözünü ettiğim hayret etmeye, hayran kalmaya izin vermez olan bir bakar körlüğün yaygınlaşması.
Dolu dolu bakmayı bilmenin, ilk bakışın saflığını korumanın bir yolu da bu olsa gerek: Bazen duvara bakıyor gibi bakmayı öğrenmek... Bakışlarına sahip çıkmak, bakışların konrtolü... Duvara bakar gibi öğrenmekle uzağa, çok uzağa bakmaya çalışmak, enginlere dalıp gitmek bu anlamda aynı şey sanırım.
İlk bakış her zaman aşkın gözün kamaşmasına hazır olmayan bakışı, ikinci bakış alışkanlığın, şehvetin, çerçeveye alarak dondurup ikonlaştırma arzusunun... Ayetlerin “bakışları sakınma”ya dönük öğütü, nesneleri aşındırarak güçten (renkten) düşürten beyhude çabaya mesafe koymayı olduğu kadar, karşıtını (karşı cinsi) olabildiğince doğru okumayı, dolayısıyla ondan gerektiği şekilde/kadar öğrenmeyi sürdürmeyi de amaçlıyor olmalı.
Son Urumiye ziyaretimde o bana bunu da anlattı biricik gözünün dolu dolu bakışıyla: Neye değiyorsa, onun rengine dönüşüyor bakışlarımız. Baktığımız her şey gibi, bakmaktan sakındığımızla da oluşmayı sürdürüyor benliğimiz.