Bir gazete yazısına, yayınlanmasından çok zaman sonra, yenilerde çıkmış bir kitapta cevap verildiğini görmek, hem meseleye dair düşündüklerimi hem de yazının nasıl anlaşılmış olabileceğini yeniden değerlendirme fırsatı verdi. Son zamanlarda ilginç bir çıkış yaparak yayın yelpazesini hayli genişleten, edebiyattan düşünceye farklı alanlarda kitaplar yayınlayan 'Okur Kitaplığı'ndan çıkan kitaplar arasında rastladım, söz konusu kitaba. Okur Kitaplığı, farklılığı ve çeşitliliği içinde barındırmasının yanı sıra ismi duyulmamış, büyük yayınevlerinin tepeden bakarak piyasaya sürmeye değer görmediği ama söyleyecek sözü olan pek çok yazarın kitaplarını da yayınlıyor. Bu tür yayınevleri, yeni yetenekleri keşfetmekle yayın kalitesini düşürmek arasında incelikli bir çizgiyi tutturmak zorunda. Zaman zaman bu çizgi tutturulamasa da yeni ve önemli isimlerin kazandırılması adına, hem de 'büyük yayıncı' kibrinin aşılarak, okuyucusuyla buluşamayan fikirlerin kitaplaşmasının sağlanmasını önemsiyorum.
Bu sütunlarda yaklaşık on yıl önce yazılmış bir yazının (Din dilinde kırılma-26/8/2003), yine daha önce yayınlanmış yazıların bir araya getirilmesiyle oluşan kitapta eleştirilmesinden çok konunun güncelliği yeniden ele almayı, hatta sürekli gündemde tutmayı gerektiriyor. Necati Mert'in çoğu edebiyat dergilerinde yayınlanan yazılarından oluşan kitabı 'Kelepir Sepeti' işte bu Okur Kitaplığı'ndan yayınlanan kitaplardan biri. Necati Mert Hece Dergisi'nde 'Din dilinde kırılma' yazısını eleştiren yazısını kitaplaştırmasaydı haberim olmayacaktı.
Genel olarak 'dil'den neyi kastettiğimiz karıştırılır. Düşündüklerimizin ifadesi olarak kelimelerden oluşan 'dil' ile bir olguya yüklediğimiz anlam çerçevesinde 'dil' farklıdır. Kelimelere yüklediğimiz anlam, bu anlam çerçevesinden bağımsız değildir. Her dilin bir hafızası olduğu gibi ait olduğu kültürün, medeniyet değerlerinin anlamını da barındırır, ima eder.
Din dilinde kırılmanın yaşandığı ve bu durumun bizzat kimliğini, aidiyetini dinle anlamlandıran okur-yazar kesimde yaşanmakta olduğu, medya ortamındaki kalem ve söz erbabında somut şekilde müşahede ediliyor. Din diline sahip olmaktan kastettiğim şey, dini düşüncenin hayata bakışımızda ve onu değerlendirişimizde ne kadar yer tuttuğudur.
Din dilindeki kırılma, hem dinden ne anladığımızla hem de dini bakış açısının hayatımızda neye tekabül ettiği ile alakalı.
Din dili sadece kullandığımız kelimelerle sınırlı ki, bu da hayati derecede önemli ve yabana atılamayacak bir konudur; asıl dinin hayatta nasıl bir yer işgal ettiği sorusuyla bağlantılıdır.
Müslüman kimliği ile olaylara bakılırken İslam'ın kültüre indirgenmesi ve temel referansın da sosyal bilimci bakış açısının hakim olduğu bir zihin yapısından alınması söz konusu. İslami kaynaklarla ilişki kurma çerçevesinde, nasıl ki, her konuda ayet-hadisten açıp 'aslında Allah benim dediğimi diyor' demeye getiren sığ ve muhtevasız dil, bahsettiğim anlamda din dilinden uzaksa temel referansını sosyal teoriden alan ve 'Müslüman olarak…' şeklinde başlayan genellemeler yapmak da din dili değil.
'Din dilindeki kırılma' yazısında hayatın bütününü ihtiva eden din adına ne söylenip ne söylenmediğinin altını çizmiştik. Resmi din söylemi ve bunun medyadaki yansımalarıyla sınırlı kalmayan, öykünmeci bir din anlayışı ve takdiminden bahsediyoruz. Yani inanmayanların hoşuna gitmeyeceği düşünülenin ve inanıyor olsalar da dinin hükümlerine göre yanlış olduğunun dillendirilmesinden çekinilen bir durum söz konusu.
Beraber yaşamakta olduğumuz toplumun ayıplamasından çekinerek dinin hükümlerini, tavsiye ve emirlerini yahut yasaklarını geri çeken; rasyonelleştirme adına açık hükümleri, kavramları işlevsiz kılan edilgen tavırdan söz etmiştik.
Dini düşüncenin; dini bakış açısının hayata müdahil olmaktan çıkarılması ile Türkçe olarak yaşayan dilin hafızasından koparılması, anlam kaybına uğrayarak yeniden türetilmiş kelimelerle adeta sekülerleştirilmesi ayrı bir konu. Zaten bu çerçevede medeniyetimizin dili olarak Türkçenin maruz kaldığı sekülerleşmenin bir tür soysuzlaşmayı getirdiği malum. Necati Mert de uydurukça hassasiyetini öne çıkararak, yazılarımda kullandığım yeni kelimelerin bizzat bu din dilinde kırılmanın nedeni olduğunu savunuyor. Bu konu uzun bir zamandır tartışılır. Ben kendi adıma medeniyetimizin temel kavramlarını ısrarla korumaktan yanayım. Bununla beraber yaşayan Türkçeye de dilin gelişimi içinde zenginleştirilerek sahip çıkılmasını savunuyorum. Birbirine zıt gibi görünen bu iki tavra bağlı kalarak söz söylemek de, Osmanlıcayla irtibatlı olmadan yaşayan Türkçede üslup sahibi olmak da zor.
Bir zamanlar göçebe bir kavmin kısa heceli, mefhum dağarcığı kıt dilinin İslam halkasına dahil olduktan sonra nasıl bir medeniyet dili olduğunun tarihidir, Türkçenin bin yıllık zengin geçmişi. Bugün gelinen noktada yapılmak istenen ise dilimizin kazandığı bu derinliğin, anlam bütünlüğü ve zenginliğinin ilkel kabile dilleri düzeyine indirilmesi... Bernard Lewis'in Türkçenin seküleştirilmesinin Batılılaşma yönünde atılan belirleyici bir adım olduğu tespiti, üzerinde düşünmeye değer. DEVAMI>>>