Türkiye'nin geleceği, kendi başına var olup olmayacağı Müslümanların bu ülkeyle kurdukları ilişkinin mahiyeti ile yakından alakalıdır. Hatta Müslümanların ve Müslümanlığın dahil olmadığı, bir şekilde söz sahibi olmadığı her siyasal, toplumsal tasarım kadük kalmaya mahkumdur. Müslümanlığa söz hakkı verilmeyen her projeyle bu ülke ya kendi kendini sömürgeleştirir ya da küresel sistemin madunu hale gelir.
Müslümanların haline bakarak Müslümanlık hakkında değer biçenler kıyasıya yanılırlar. Yanılmakla kalmazlar bu ülkenin ve bu coğrafyada yaşayan herkesin geleceği ile oynamış olurlar.
Müslümanlıkla Müslümanlar arasına bir ayrım çizgisi çekmek ilkin Müslümanlığın hayat alanına bir set çekmeyi icbar eder. Bu çizginin çekilmesi ise bu ülkeye hayatiyet kazandıran varoluş şartlarının üstüne kırmızı çarpı konmasından farksızdır.
Bu ülkede birarada yaşama, çok seslilik, farklılıklara hoşgörü söylemi ile söze başlayıp Müslümanlığı zoraki hoşgörü bekleyen marjinal bir topluluğa indirgemeyi zımnen kastetmiş olanlar; bu toprağın tarihi, kültürü, kimyası ile oynamış olurlar.
Her şeyden önce son kertede, kahir ekserisiyle bu toplum kendi varoluşsal kimliğini İslam ile ilişkilendiren bir hafızaya sahiptir. Bu hafıza, en kritik anlarda kendini Müslümanlardan, yani Müslümanlıktan yana koyan tarihi ve kültürel derinliğe işaret eder.
Müslümanlıkla yaşayan pratikle bağı olmayan, bir şekilde yerli bir sicile sahip olan her hangi birinin kader tercihi yapmak durumunda kaldığında, yani varoluşsal ürpertiyle sarsıldığında kimliğini İslam'dan yana belirleyeceği muhakkak... Bu nedenle Müslümanlara da bu toplumda bir yer bahşeden çoğulcu dil görüntüsü baştan Müslümanlığa karşı bir dildir.
Müslümanlık bu ülke için uğrunda bedel ödenen yegane değerdir. Bu bedele Müslümanlığında kuşku duyanlar da dahildir. Bu nedenle bedeli ödenmiş ortak değer olarak Müslümanlık bugünkü Müslümanlardan ve onların hallerinden, yapıp ettiklerinden de bağımsız olarak bir vakıadır.
Devletin Müslümanlıkla ilişkisi ile bu ülkenin Müslümanlıkla ve Müslümanlarla ilişkisini bu noktada ayırmak gerek. Modern devletin Müslümanlıkla başı her daim dertte olagelmiştir. Devlet ve siyaset erbabının Müslümanlığa biçtikleri rol, toplumsal çimentoda katkı maddesi olmasından daha yükseğe çıkmaması şartıyla bir ehemmiyet arz etmiştir ancak. Devlet harcına değil, toplum harcına dökülecek bir çimento olmasının istendiği gerçeğini, çoğunlukla başta Müslümanlık iddiasını öne çıkaranlar anlamakta zorluk çekmiştir.
Devletin 'İslam hükmüne' koyduğu bariyer ve çekinceler kırmızıçizgi iken toplumsal harcın taşıyıcıları olarak Müslümanlık iddiasındaki cemaat, grup, parti, akım vs. her kim varsa hepsiyle gerektiğinde iş tutmaktan çekinmeyecek olması işin püf noktasıdır. Ve bundan böyle de çekinmeyecek demektir.
Tam bu noktada sorun, kimin kimle ne olarak iş tutmakta olduğu sorusuna verilecek cevapla alakalıdır. Mevcut siyasal denklem, aktörler ve bu verili durumdan yola çıkarak Müslümanlar ve Müslümanlık adına hüküm vermeden önce, manzarayı ortaya çıkaran kaygıların temelinde baştan beri söylediklerimizin ne kadar etkili olduğuna bakmalı... Aidiyetliklerini tarihsel bedellerin bakiyesinin belirlediği bir toplumda bunların yekunu adına öne atılıyorsak bu iddiayı ne kadar taşıyabildiğimiz sorusu her daim önümüzde duran kader sorusudur.
Mevcut şartlarda sistemle özdeşleştirilmiş bir İslamcılık muhafazakarlaşmış demektir. Sivil topluma indirgenmiş cemaat yapıları varoluşsal özgül ağırlığını çoktan yitirmiştir.
Ne zaman ki Müslümanlık iddiasıyla ortaya çıkanlar yüklendikleri sorumluluğun hilafına meseleler yüzünden ihtilafa düşüyor ve bilek güreşine tutuşuyorsa oyunu zaten kaybetmişler demektir. Her türden iktidar oyunu doğası gereği 'öz'ü bulandırır. Hele bu oyun iktidarın (küresel ya da yerel ekonomik-politik iktidar olabilir) parantezi içinde yapılıyorsa en başta bu ülkenin geleceğini aydınlatmaktan çok karartmaya yarayacağı çok açıktır. <<<DEVAMI>>>