14 Mart 2011’de barışçıl bir şekilde başlayan protestolara karşı Esad rejiminin başvurduğu güvenlik çözümü, mecbur kaldığı seçeneklerden biri değildi. Daha doğrusu, Esad barışçıl protestolar yapan halka kurşun sıkmada bir sakınca görmemişti. Dolayısıyla Esad’ın dayandığı öldürme seçeneği hiç kimse için bir sürpriz olmamalıydı.

Suriye’deki geleneksel rejimin ülkenin siyasi tarihi boyunca dayandığı ve kutsadığı tek yöntem, iktidarına karşı oluşan her muhalefetin önünü kanlı bir şekilde kesmek olmuştu. Bu sisteme göre yapılan her itiraz devamı halinde otorite için büyük bir tehdide dönüşebilirdi. Demir pençe bu metodunu siyasette, güvenlik alanında ve istihbari faaliyetlerinde sıkça kullanarak halkının canına tak getirmeyi başardı. Çünkü bu yöntem, devletin halkın dikkatini dağıtmak için sürekli rehin tuttuğu bir şekle dönüşmüştü. Demir pençe, siyasi hareketler üzerinde de hâkimiyetini kurdu. Zamanla da Arap dünyasının birçok yerinde siyasi oluşumlar ve kavramlar için bir referans haline gelmeye başladı. Arapçılık, çağdaş siyasal anlamını sadece Suriye’de bulmamıştı. Ama baba Esad ve oğlu döneminde yok edilmesi mümkün olmadığı için dondurulmaya çalışıldı ve başarılı da olundu.

Halk gösterilerinin bir iç savaşa dönüşmesi, Esad’ın başarısızlığının en büyük kanıtı oldu. Protestoları katliamla durdurmaya çalışması toplumda yarattığı boşluğun sebeplerini anlamada ne denli yanılgılara düştüğünün ve nasıl yalnızlaştığının en büyük delili oldu. Artık, “Devrim barışçıl bir şekilde yoluna devam etseydi Esad rejimi çoktan düşerdi.” gibi sözler sarf etmek, herkes için çok iddialı ve bir o kadar da geç olacak. En azından Esad’ın halkıyla olan ilişkisinde dayandığı temel olan kanlı gerçeğin gücünü anlama konusunda artık hiçbir sözün faydası yok.

SURİYE’DE ŞİMDİ HERKES BİR CİNAYET SARMALININ İÇİNDE

“Suriye’de kim kimi öldürüyor?” sorusu ise giderek muğlâk bir hal almaya başladı. Çünkü Suriyeli devrimciler – ki şu an bu tanım ne belirli bir hedefe, ne karaktere ne de bir cepheye işaret ediyor- birbirlerini boğazlamaya başladılar. Suriye, bugün dostun düşmanın yeniden belirlenmesi gerektiği bir cinayet meydanına dönüşmüş durumda. Hatta şu soru bile sorulabilir: Suriye’de rejim ve muhalefet birlikte mi halkın başına musallat olmaya başladı? Maalesef bu soru, ülkede rejimin ve muhalefetin yanlış bir denklem üzerinde oturduğu göz önünde bulundurulduğunda gerçek ve cevaplanması gereken bir soru.

Bugün ülkede devletin ve kanunlarının artık geçerli olmadığı “kurtarılmış bölgeler” var. Bu bölgeler aynı zamanda insanlığın ve ahlakın da yok olduğu bölgeler. O kadar ki, rejimin kullandığı şiddetten bile daha büyük ve sert eylemler, bu kurtarılmış bölgelerde uygulanmaya başladı. İslamcılar, Nusra Cephesi, Irak-Şam İslam Devleti, Tevhitçiler ve buna benzer aşırı dinci örgütler, vahşilikleri, ilkellikler ve şiddetleriyle aslında Esad rejimiyle birebir örtüşüyorlar. Bu yüzden Suriye halkı için özgürlük adına söylenen sözler, alelacele kurulan mahkemelerin verdiği kararlarla sözün sahibi için doğrudan ölüm sebebi haline gelmeye başladı.  

Suriyeliler bugün modern dünyada yaşadıkları esaretten, taş devrindeki esarete geçiş yaptılar. Rejim bugün savaşın kendisinden çıkıp devrimcilerin birbiriyle savaşına evirilmesini sevinerek izliyor. Ancak ülkeyi uzun süre kontrolü altında tutmayacağı için sevincinin de çok sürmeyeceği açık.

Suriye toplumsal dokusunu çoktan kaybetmiş durumda. Tarihi mozaik parçalandı. İhtilafları gidermek için ise tek çözüm öldürmek olarak belirlendi. Öldürmek veya ölüme karşı savunma sistemi oluşturmak, ülkenin geleceğini belirleyen tek gizli denklem oldu. Peki, bu rejimin de kurduğu bir hayal miydi? İstikrarsızlığın ve umutsuzluğun devamı halinde, şu anki verilere de bakılacak olursa, katliam fantezileriyle otoritesini kuran rejim, belki de düşmanlarının birbirleriyle olan çılgınca savaşı karşısında şefkat ve merhamet kapısı olmayı hayal ediyor olabilir.

Kaynak: Faruk Yusuf/ Middle East Online Dünya Bülteni için çeviren: Tuba Yıldız