Son günlerin moda deyişiyle Türkiye bir açılımlar ülkesi oluyor. Kürt sorunu için "Kürt açılımı", Alevi sorunu için "Alevi açılımı", târihî ve güncel boyutlarıyla bir bütün olarak Ermeni sorunu ve buna da bağlı olarak Ermenistan ile ilişkiler için "Ermeni açılımı".
Bunlara ek olarak, şimdi hiç gündemde yokmuş gibi görünen ama varlığını bildiğimiz, Türkiye'deki otoriter lâiklik anlayışının kaynaklık ettiği "din ve vicdan hürriyeti sorunu" bakımından ileride mutlaka gündeme gelecek olan "lâiklik açılımı". Listeye "gayrimüslim azınlıklar ile ilgili açılım"ı da eklememiz şart, zira orada da çağdaş hak ve hürriyetler düzeniyle uyuşmayan anlayış ve uygulamalar devam ediyor. Bütün bunlar dikkate alındığında, siyasî iktidarın kendine özgü kaygılarla "Kürt açılımı" diye adlandırılan süreci "demokratik açılım" diye nitelendirmeyi tercih etmesi, bir anlam kazanabiliyor: Tek başına ve sâdece "Kürt sorunu" için değil, yukarıda sıralanan ve Türkiye'nin en ileri ölçülerde çağdaş demokratik hak ve hürriyetlere dayalı, çokkültürlü, çokkimlikli, katılımcı demokratik bir düzene kavuşması için yapılması gerekenlerin tümünü kapsayıcı bir ifâde olarak anlaşılması kaydıyla "demokratik açılım" gerçekten çok anlamlı bir ifâde.
"Açılım" sözcüğü, Türkiye'nin siyasî sistemindeki "kapalı" alanların tasfiyesini anlatıyorsa, böyle bir tasfiyenin nihâî olarak Türkiye'nin yeni bir anayasa düzenine kavuşmasını gerektirdiği de açıkça ortaya çıkmaktadır. Doğrudur; bir-iki gündür devam eden ve geriye döndürülemez bir biçimde şiddetin tasfiyesine kadar da süreceği anlaşılan "Kürt açılımı"nın ilk somut tezahürleri, mutlaka anayasa ve hattâ yasa değişikliği gerektirmeyen bazı siyasî jestler üzerinden ilerletilebilir. Bununla birlikte, "Kürt sorunu" "Kürt kimliğinin tanınması" sorunu ise ve bu tanınma sorunu da "Kürt dili ve kültürü"nün tanınmasından ayrı olarak düşünülemeyecekse, "açılım"ın gerçekten kalıcı olabilmesi için anayasal-hukukî bir ifâdeye kavuşturulması da zorunludur. Benzer bir durum Alevi sorunu, otoriter lâiklik sorunu, gayrimüslim azınlıklar sorunu hak bağlamlarında da kuşkusuz geçerlidir. Bu nedenle, Türkiye demokrasisindeki kapalı alanların kültürel çoğulculukla uyumlu bir çağdaş demokrasi anlayışına açılması için yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu ortadadır.
HALKIN TERCİHLERİ ÖNÜNDE BİR BARİYER
"Demokratik açılım için anayasal demokrasi şarttır!" diye sloganlaştırabileceğimiz bu ihtiyaç, doğrudan doğruya Türkiye'nin mevcut anayasal düzeninin demokratik olmayan biçimsel ve maddî özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Türkiye demokrasisinin çağdaş standartlara uygun bir tarzda yeniden yapılandırılması gerektiğini işâret eden pek çok yazarın üzerinde ittifak ettiği temel noktalardan biri, Türkiye'de siyâsî sistemin vesâyetçi niteliğidir. Askerî ve sivil bürokrasinin demokratik siyasî karar alma süreçleri üzerinde tesis etmiş oldukları ve dayanakları askerî darbe dönemlerinin ürünü olan anayasalara yerleştirilmiş bulunan kontrol mekanizmaları, Türkiye demokrasisini halkın tercihlerine çok büyük ölçüde kapalı tutmaktadır. Askerî darbelerin ürünü olan anayasal düzenlemelere yerleştirilmiş, çağdaş demokrasinin evrensel standartlarına tümüyle ters düşen ve kurulu düzeni muhafaza etmenin ötesinde başkaca bir amaca hizmet etmeyen bu kontrol mekanizmalarının tasfiyesi için de yeni ve demokratik bir anayasa hareketinin ortaya çıkması zorunlu hâle gelmiştir.
Türkiye, devletin anayasal-hukukî kurallara göre idâre edilmesi gerektiği yolundaki modern anlayışla ilk kez 1876'da tanışmış olsa da, millî mücadele dönemine denk gelen 1921 Anayasası hâriç, demokratik bir anayasacılık hareketine sâhip olmamıştır. 1876 târihli Kanun-ı Esasî, Midhat Paşa önderliğindeki Tanzîmat bürokratlarının Padişah ile yaptıkları bir pazarlık sürecinin ürünü niteliğindedir. Modern dünyada temel hak ve hürriyetlerin devlet tarafından ihlâl edilmemesi için getirilen en etkili güvence olarak anayasal devlet anlayışı, Osmanlı'ya bürokrasinin Padişah'a karşı kendisini güvence altına alma girişimi olarak gelmiştir. Anayasacılık konusundaki bu başlangıç, sıkıntılarını bugün yaşamakta olduğumuz bir "geleneğin" de başlamasına neden olmuş gibidir. Bu da, hukukçuların "kurucu iktidar" dediği anayasa yapma gücünün askerî ve sivil bürokraside toplanmış olmasıdır.
Târihî olarak anlaşılabilir veyâ izâh edilebilir nitelikte olan bu bürokratik anayasacılık hareketinin, "saltanat-ı şahsiyye'den saltanat-ı millîyeye geçildiğinin" iddiâ ve ilân edildiği Cumhuriyet döneminde de devam ettirilmesi; aslında asıl yadırganması ve tasfiyesi gereken anlayış herhâlde budur. Millî mücadele dönemine özgü halkçılık (demokrasi) anlayışının en önemli yanı olan meclis üstünlüğü ilkesini devam ettirmiş olmakla beraber, bir tek-parti siyasetine tâbi olarak uygulanmış bulunan 1924 Anayasası istisna edilirse, 1961 ve 1982 anayasaları, neyin tasfiye edilmesi gerektiğini de açıkça ortaya koymaktadır. Burada sorun, Türkiye'de var olan ve modern anayasal demokrasi tecrübesine uygun düşmeyen bürokratik anayasacılık geleneğini ve bu geleneğin ürünü olan bürokratik vesayetçilik anlayışını ortadan kaldıracak bir demokratik anayasacılık hareketinin nasıl düşünülmesi gerektiğidir.
TÜRKİYE HALKI BU DEĞİŞİKLİĞE MUKTEDİRDİR
Türkiye'de çağdaş demokrasiyle uyumlu bir anayasal düzenin oluşması, öncelikle günümüzde bürokrasinin sâhiplenmeye devam ettiği anayasa yapma süreçleri üzerindeki vesayetçi kontrol mekanizmalarına karşı, anayasa değiştirme/yeni anayasa yapma anlamında "kurucu iktidarın" Türkiye halkının sâhip olduğu bir güç olduğu anlayışını yerleştirme becerisine bağlıdır. Bu bağlamda, örneğin 1921 Anayasası'na hâkim olan "meclis üstünlüğü" ilkesinin dayandığı temeller bir hareket noktası olarak göz önüne alınabilir. 1921 Anayasası'nın kabûlüne giden süreçte, Anayasa'yı Meclis'e takdîm eden "Encümen"in sözcüsü, Anayasa'ya hâkim olan temel düşünceyi, günümüz Türkçesine uyarlanmış ifadelerle, şöyle açıklamaktadır: "Bu memlekette bürokrasi iktidara sanki Allah tarafından sâhip kılınmış olduğuna inanmaktadır. O kadar ki, halk üzerinde hâkimiyet hakkına sâhip olduklarını düşünmekte ve kendileri iktidarda olmadığı takdirde memleketin idare edilmesinin de mümkün olamayacağına inanmaktadırlar. (Encümen) bu bürokratik yönetim tarzına savaş ilân etmiştir ve illerde bile bu bürokratik hâkimiyeti ve bürokrasi ağını parçalamaya yemin etmiş bulunmaktadır. Binaenaleyh Encümen, memurların illerde dahi seçimle işbaşına gelmesini ve böylece doğrudan halk hâkimiyetinin kurulmasını hedeflemiştir."
Buna uygun olarak, "halkın kendi mukadderatını bizzat ve bilfiil eline alması" demek olan ve yine o dönemde demokrasi ile aynı anlamda kullanılan "halkçılık" anlayışını ifâde eden bu yaklaşımın günümüzde "demokratik anayasacılık" anlayışı olarak yeniden canlandırılması, Türkiye'nin içinde bulunduğu "demokratik açılım" sürecini doğru hedeflerine ulaştırmak için uygun bir târihî dayanak oluşturmaktadır. Demokratik açılımın tüm boyutlarıyla realize olabilmesi için mutlaka yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu fakat mevcut siyasî kutuplaşma ortamının bu yeni anayasanın yapılmasını imkânsız kıldığı, bu nedenle yeni anayasanın ileri bir târihe ertelendiği türünden değerlendirmeler, siyasî stratejinin anlamlı bulabileceği tesbitlerdir. Bu tesbitler, 2007 sonrasında yaşanan yeni anayasa yapma girişiminin akamete uğraması sürecinde yaşananlarla da pekiştirilebilecektir. Lâkin, yeni anayasa olmaksızın Türkiye'nin demokratik açılım sürecini doğru hedefi olan çağdaş standartlara uygun bir ileri demokrasi yönünde geliştirmesi de mümkün görünmemektedir. O hâlde, Türkiye halkının yeni bir anayasa yapmaya muktedir olduğunu gösterme zamanı artık gelmemiş midir? Üstelik 1921 gibi anlamlı bir târihî örnek de mevcutken!
Kaynak: Zaman