Her değişim görecelidir... Her şeyin değişimi bir başka şeyin değişimine referans alınarak değerlendirilebilir ancak. Çünkü doğada hiçbir şey sabit kalmaz.
Bu bilinen gerçekliğin her nedense dışımızdaki dünya ile kolayca ilintilendirilebilir olmasına karşın, kendimizi de kapsadığını pek düşünmeyiz. Tabii ki yüzeysel bir bakışla yaşlandığımızı, geleneklerin değiştiğini veya yeni nesillerin farklılığını izleriz... Ancak sınırlı bir ömür süresine sahip olmanın getirdiği bir referans sınırlaması içinde olduğumuzu idrak etmek o denli sıradan bir yaklaşım değildir.
Oysa insan ömrünün belirli bir ortalama süre alması, gerçekliği kendi dışımızdaki değişimlerin algılanması açısından kabaca ikiye böler. Bir yanda değişim hızı insanın ömür süresi içinde gözlemlenebilir olan büyük bir alan bulunur. Çevre koşullarımız, yaşadığımız sokaklardan kullandığımız araçlara, kurumsal uygulamalardan kullanılan gündelik dile hemen hemen bütün toplumsal kalıplarımız bu grubun içine girer. Hatta son dönemde küresel ısınma sayesinde iklimin bile, değişimi gözlemlenebilen bir unsur olduğu söylenebilir.
ORTODOKS SOLUN İÇİNDE BULUNDUĞU KISKAÇ
ncak bir de değişim süreçleri insanın ömür süresini fazlasıyla aşan bir biçimde yavaş seyreden olgular var. Bunların hemen hepsi bizleri sarmalayan ve kuşatan ideolojik kalıplardır. Örneğin dinlerin bu kategoriye girdikleri açık... Din algısının ve dindarlığın yaşanma biçiminin değişmediğini söylemek mümkün olmasa ve bunun da bizzat dinlerde bir değişim yarattığını inkar etmek zor olsa da; bizler bu değişimi, içinde yaşarken tam olarak anlamakta zorluk çekeriz. Çünkü dinlerde husule gelmekte olan söz konusu değişimin hızı, kendi hayatımızla özdeşleştirdiğimiz çevresel değişimin hızından çok daha yavaş olmaktadır. Dahası her ideolojik konuda olduğu gibi, dinler alanında da 'değişmemeyi' bir olumlu özellik olarak sunma ihtiyacı mevcuttur. Diğer bir deyişle hangi dinden olursa olsun, insanlar kendi dinlerinin 'özünde' değişmediğini öne sürme ve buna inanma ihtiyacı gösterirler. Böylece kendilerini kadim bir geleneğin parçası haline getirirken, esas gerçekliğin 'değişmeyende' aranması gerektiğini de söylemiş olurlar...
Bu psikolojik ihtiyacı anlamakla birlikte dindarlığın ikili bir inanmayı gereksindiğini fark etmek önemlidir... Dindarlar sadece kendi Tanrı'larına ve inançlarının ima ettiği akidelere inanmakla kalmazlar, bu akidelerin değişmediğine de inanmak durumundadırlar. Bu önermeyi ontolojik olarak yapmanın tabii ki bir sakıncası bulunmaz... Çünkü Tanrı'ya inanan biri için Tanrı'nın niteliği ve söyledikleri algılayandan bağımsız olarak vardır. Ne var ki bizler insan olmaktan gelen bir sınırlama içinde, özünde değişmez olan şeyleri de değişen bir algılama sistematiği içinde kavrarız ve bundan başka da elimizde bize gerçekliği gösterecek bir referans bulunmaz. Dolayısıyla dinin değişmezliği varsayımı 'özde' yüzyıllar içindeki din algılamasının da değişmediğini varsaymayı gerektirir ki bunun felsefi temeli son derece zayıftır...
Yukarıdaki muhakeme çağlar içinde en 'sabit' tutulmaya çalışılan inançlar alanında bile felsefi açıdan sallantılı varsayımlara dayanmamız gerektiğini söylüyor. Ama konu din olduğunda bunda fazla bir mahzur da görülmeyebilir, çünkü dinin temeli sadece 'anlamaya' değil, 'inanmaya' dayalı. İnanmak ise zaten dışımızdaki gerçekliğin ille de tutarlı olmasını değil, ruhumuza ve gönlümüze hitap eden, orada kapılar açan bir nitelik arz etmesini ima eder.
Değiştiği halde değişmez muamelesi yapılan diğer ideolojik tutumlar ise dinler kadar 'şanslı' değiller... Nitekim eğer bu alanda herhangi bir ideolojiye özünde değişmezlik atfı yapılmakta ise, söz konusu ideolojinin 'dinselleştiğini' rahatlıkla öne sürebiliriz. Bugün Ortodoks solun içinde olduğu kıskaç budur... Sürekli olarak 'asıl' solun ve solcunun arandığı, temel klişelere geri dönülerek her dönemin anlaşılabildiğinin varsayıldığı bu bakışın ille de 'bilimsel' olmasının istenmesi de aynı nedene dayanır. Çünkü bilimselliğin geçici ve varsayımsal bir anlatı biçimi olduğunu idrak edemeyen bu sol, değişmeyen bir bilimsellik üzerinden solu da değişmez kılmaya çalışmaktadır. Aynı sorunun Kemalizm için de geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Değişmeyi hazmedemeyen, toplumu ve devleti sabitleştirmeyi uman bir ideoloji olarak, bizzat Kemalizm'in de değişmemesini esas alan bir yaklaşım günümüzün Ortodoks algılamasını oluşturuyor. Öyle ki Kemalizm'in sadece günümüzü değil, ebediliğe kadar uzanabilecek belirsiz bir gelecek sürecini 'aydınlatması' ve anlamlandırması beklenebiliyor. Söz konusu değişim korkusunun çaresi ise Kemalizm'in de içine oturtulduğu daha geniş değişmezlerin varlığında aranıyor. Bunların başında bilim gelmekte... Örneğin laiklik 'bilimselliğe' dayandığı ölçüde bir dogmaya dönüşebiliyor ve ilericiliğin temeli olarak görülüyor. Sıkça eleştirilen ve dinselliğin açık göstergesi olan bu kaba pozitivizmin ardında ise bir başka büyük değişmez bulunuyor: Modernlik...
Başta söylemekte yarar var... Modernliği bizatihi iyi veya kötü bir şey olarak görmek zaten bir tür dindarlığın göstergesi. Modernlik de birçok ideolojik bütünsellik gibi somut alanda birçok iyi ve kötü sonuçlar doğurdu. Modernliği tümüyle sahiplenmek ne denli yüzeysel bir bağnazlıksa, ona tümüyle karşı çıkmak da öyle... Çıkış noktamızın anlamayı amaçlayan mesafeli bir bakışa ve modernliğin de hem kendi içinde bir çeşitlilik taşıdığının, hem de sürekli değişim içinde olduğunun kabullenilmesine dayanması gerekiyor. Dolayısıyla modernlik Kemalistlerin sandığı gibi 'özünde' değişmez bir var olma modalitesi değil. Bunun anlamı modernlikle bağlantılı olarak ortaya çıkan örneğin ulus-devlet formatının da kaçınılmaz olarak değişeceğidir. Son günlerde Kemalizm'in kurumsal sözcülerinin post modern durumu bir tehdit olarak göstermelerinin nedenini de böylece anlıyoruz. Modern durum engellenmesi olanaksız biçimde dönüşmüş durumda ve bizler hiç değişmeyecek sandığımız bir büyük ideolojik kuşatma alanının değişmişliğini hazmetmekte zorlanıyoruz...
Mesele bazı değişimlerin yaşanırken fark edilmemesi ve ancak değişimin kabulünün kaçınılmaz olduğu noktada görülmesidir. Bu durumda değişen durumun bir 'tehdit' olarak algılanması doğaldır ama aynı zamanda söz konusu tehdit değerlendirmesi, yaşanan değişimin algılanmamasının da itirafıdır. Değişimlerin görülmemekte ısrar edilmesinin altında ise muhakkak ki değişmesi istenmeyen bir düzenin bulunması yatar. Diğer bir deyişle modernliğin sabit olması istenir, çünkü muhtemelen modernlik sayesinde işlevsel olan bir imtiyaz düzeni mevcuttur ve imtiyaza sahip olanlar bu düzenin ilelebet sürmesini istemektedirler. Böylece zamansız bir modernlik, zamansız bir Kemalizm ve zamansız bir imtiyaz düzeneği hayali ortaya çıkar...
Gerçekliği reddeden bu algılama sadece Türkiye'nin sorunu değil... Gerçi çok az yerde bizdeki gibi kaba güçten destek alan bir yüzeysellik içinde yaşanıyor, ama Batı dünyası da modernliğin değişimini içselleştirmede çok hızlı davranamadı. Bu durum çok daha önceden yapılması gereken gözlemleri ve başlaması gereken tartışmaları son ana bırakmış durumda. Örneğin Batı dünyası bugün demokratlık kavramını yeniden keşfediyor. Oysa modernliğin çözüm getirmediği ve kronikleştirdiği bütün sorunların altında söz konusu alandaki yüzleşme eksikliği yatıyor.
POST MODERNİTEDEN KASTEDİLEN....
odern dünya 19. yüzyıl pozitivizminin de etkisiyle, kendisini geçmişle bağını tümüyle koparmış, geleceğe hakim bir meta-ideoloji olarak gördü. Liberalizmin ve kapitalizmin ürettiği kurumsal yapıları neredeyse birer evrensel kategori olarak algıladı. İdeolojik açıdan temel özneler birey ve ulus-devletti. Özgürlük, eşitlik, adalet gibi kavramlar gerçekte bu iki öznenin karşılıklı olarak çizdiği sınırlamalar çerçevesinde tanımlandı. Bu algılamanın tarih disiplinine yansıması 'milleti', hukuk alanındaki izdüşüm ise 'vatandaşı' yarattı. Diğer bütün siyasi ve sosyolojik kavramlar bireyden vatandaşa, oradan millete ve ulus-devlete uzanan neredeyse lineer çizginin dolaylı sonuçlarıydı. Liberal ideolojinin söz konusu çizgiyi operasyonel kılması ise 'piyasa sistemini' ve 'demokrasiyi' ortaya çıkardı.
Bu son iki terim bir buluşu ifade etmiyordu... İnsanlık tarihi piyasa ve demokrasi kavramlarının son derece yaygın olarak kullanıldığını ortaya koyar. Ancak modernlikle birlikte bu kavramlar liberal ideoloji içinde yeniden kurgulanırken bir anlamda 'gerçek' anlamlarına da kavuşturuldu. Böylece 'demokrasi' kelimesi, liberal ideolojinin bireyden ulus-devlete uzanan tahayyülünün içinde bir 'mekanizma' olarak algılanmaya başlandı. Siyasi partilerin kurulma özgürlüğünün olduğu, iktidarların belirli zamanlarda yapılan seçimler sonucu değişebildiği bir düzenin adıydı artık... Modernlik bu tanımdan hareketle 'demokratikleşme' kelimesine de yer açmaktaydı. Demokrasi sistemi yeterince sağlam olmayan toplumların demokrasilerini geliştirme doğrultusunda atması gereken adımlardı bunlar. Ancak Batı dünyası 'demokrat' kelimesinden pek de hoşlanmadı... Olumlu açıdan bakıldığında 'demokrat' demokrasiye inanan, onu savunan kişi demekti ve buradaki demokrasinin de liberal demokrasi düzeneği olduğu açıktı. Olumsuz açıdan ise liberal sisteme karşı çıkan bazı solcuların kendilerine yakıştırdıkları addı ve sosyal demokratları ima etmekteydi. Yani eşitsizlikleri ve özellikle ekonomik ve sosyal paylaşım mekanizmalarını hedef alan bir muhalefetin adıydı demokratlık...
Oysa sosyal demokratlar da en az liberaller kadar 'moderndi'... Diğer bir deyişle onların demokratlığı da sol ideolojilerdeki 'demokrasi' kavramından hareketle üretilmişti. Sınıf savaşı varsayımı ve devrim siyaseti içinde şekillenen bu demokrasiden yola çıkıldığında 'demokrat' denen kişi de söz konusu 'demokrasinin' savunucusunu ima etmekteydi.
Eğer modernliğe altyapı oluşturan zihniyet değişmeseydi, bu terminoloji daha uzun süre ayakta kalabilirdi. Ne var ki zihniyet değişimleri sürekliliğe sahip olmakla birlikte en yavaş oluşan ve dolayısıyla insani algılama açısından en zor gözlemlenebilen olgular... Ancak son demlerine gelindiğinde idrak edilen ve kaçınılmaz olarak uyum sağlanmak zorunda kalınan değişimlerden... Günümüzün popüler kelimesi 'post modern' de gerçekte bu zihniyet değişiminin taşıyıcılarından biri. Diğer bir deyişle post modern durumdan söz ettiğimizde sadece modernliğin sıkıntılı sorunlarından, çaresizliğinden, değişmiş olan toplumsal ilişlkilerden söz etmiyoruz; algılama biçimimizin, değerlendirme ve anlamlandırma kalıplarımızın da değişmiş olduğunu söylüyoruz.
ŞANSLI BİR DÖNEMDEYİZ ASLINDA!
u değişimin ana malzemesi olan zihniyet alanında aynen modernliğin başındakine benzer bir dönüşüm yaşanmakta. Modernliğin öncesindeki zihni ortam ataerkil ve otoriter zihniyetlerin bileşimi idi. Modernlik ataerkil zihniyeti mahkum ederken otoriterliği korudu. Bunun tezahürünü dinsel alanı kısıtlayan bir laiklik algısında ve devletleri millet üzerinden meşrulaştıran milliyetçilikte gördük. Ancak modernlik başka bir şey daha yaptı... Bireyi öne çıkaran, kişisel fayda ve çıkarı değerli kılan relativist zihniyeti de devreye soktu.
Bugün yaşanmakta olan ve belki de bir 'geçiş dönemi' olduğu öne sürülebilecek süreçte ise otoriter zihniyet mahkum edilirken; konuşmayı, iknayı, ahlakı öne çıkaran demokrat zihniyet gündemimize damgasını vuruyor. Bu tespit, güç kullanımının azaldığını ima etmiyor... Ama güç kullanımının giderek meşruiyet açısından sorunlu olduğu, hiçbir gerçek ve kalıcı çözüme yol açmadığı artık genel kabul gören bir olgu. Ayrıca otoriter zihniyetin amaç için her türlü aracı mubah gören, çıkar uğruna ahlakı dışlayan tavrının da artık makbul olmadığı açık. Buna karşılık ilişkinin tek tek öznelerden daha önemli ve belirleyici olduğunu, katılımcılığın olmazsa olmaz bir meşruiyet meselesi oluşturduğunu, toplumsal ahlakın ancak ötekini görmeye ve kabullenmeye açık bir bakış içinde üretilebileceğini söyleyen demokrat zihniyet giderek bir norm haline dönüşüyor.
Söz konusu yeni bakış altında 'demokrat' kelimesi demokrat zihniyeti taşıyan kişileri ifade etmekte. Bu zihniyet altında 'demokrasi' bir çıkış noktası değil, varılması gereken bir türev. Demokrasi, demokrat zihniyet altında oluşabilecek olan ve sosyolojik açıdan çok farklı görünümler arz edebilecek sistemin adı... Teknik bir çözümden ziyade, bir toplumsal birlikteliğin meşruiyetini garanti eden kodları ima ediyor. Böylece demokrasi ve demokrat kavramları arasındaki ilişki de, modern durumdan post modern duruma geçerken tersine dönüyor. Modern durumda esas olan demokrasi idi ve demokrat bu demokrasi kavramına göre tanımlanmaktaydı... Oysa şimdi esas olan demokrat ve demokrasi de bu demokratlıktan türemek durumunda...
Zihniyet değişimlerini insan ömrünün kısıtlı süresi içinde gözlemlemek hiç kolay değil... Bu gözlem ancak değişimin berraklaştığı ve gündelik normlara ve kalıplara yansıdığı noktada mümkün oluyor. Şu anda da öyle 'şanslı' bir dönemdeyiz... Değişmez sandığımız şeylerin bile 'gözümüzün önünde' değiştiği bir dönem...
Kaynak: Zaman