Batı Avrupa'da hak ve özgürlüklerin tanınması ve demokrasinin gelişimi açısından feodalite, aristokrasi ve burjuvazinin varlığı önemli olmuş, gelişmeler söz konusu sınıflar aracılığıyla yürütülmüş, dolayısıyla orduya subay verecek sosyal sınıflar her zaman var olmuştur. 19. yüzyılda bile aristokrasi özellikle İngiltere ve Prusya'da orduya subay vermekteydi (Niyazi Berkes-Türkiye'de Çağdaşlaşma).
 
Osmanlı tarihinde ise bu anlamda bir sosyal sınıf bulunmamaktaydı. Bu durum İngiltere'de kralın baronların baskısıyla vergi koyma yetkisine sınırlar getiren, kişilerin can ve mal güvenliğine ilişkin güvenceler sağlayan 1215 tarihli Magna Carta Libertatum karşısında Osmanlı'yı geriye düşürüyordu. Osmanlı rejiminde padişahın iradesini sınırlayacak, hak ve özgürlükler konusunda açılımlara neden olabilecek baskıyı sağlayacak ve iç dinamizmi harekete geçirecek bir sosyal sınıf bulunmamaktaydı. Bu nedenle Osmanlı'da anayasacılık hareketleri de kendisine bağlı ülkelerden daha sonra başlayabilmiştir. Kamu hukuku alanındaki gelişmeler daha çok dış dinamiğin gayrimüslim tebaa üzerinden merkeze yaptığı baskılarla sağlanabilmiştir. Bu nedenle yapılan değişiklikler ne merkez ne de halk tarafından içselleştirilmiştir. Bu duruma paralel olarak Osmanlı'da subay yetiştirilecek tek kaynak olarak halk bulunmaktadır. Ancak merkez, halka güvenmeyerek subayları kullardan ve kölelerden devşirmiş, halk da askerliğe karşı olumsuz bir tavır sergilemiştir. Kölelerden subay yetiştirme usulüne seçenek olarak 1834 yılında Mekteb-i Ulum-u Harbiye kurulmuş, bu okul ancak Tanzimat döneminde yerleşik modern bir askerî eğitim kurumuna dönüşmüştür. II. Abdülhamit döneminde de askerî eğitim alanında önemli reformlar yapılmıştır. Askerî idadi ve rüştiyeler açılmış ve halk çocukları bu okullara alınmaya başlanmıştır. Liyakat, başarı, teknik gibi modern kavramlarla askerî alan rasyonelleşmeye başlamış, bu gelişme alaylı-mektepli subaylar çatışmasının da temelini atmıştır. Ordunun siyasete müdahalesi bu çatışma üzerinden yürümüş, I. ve II. Meşrutiyet, ordunun siyaset üzerindeki rolünü güçlendirmiştir (Şerif Mardin-Türkiye'de Toplum ve Siyaset, Makaleler I). Genç subaylar bir taraftan İttihat ve Terakki üzerinden siyasallaşırken diğer taraftan imparatorluğun son döneminde Balkanlar'da meydana gelen olayları bastırırken hukuk dışına çıkıp radikalleşmişlerdir.Bu gelişme aynı zamanda Balkan savaşının kaybedilmesine neden olmuştur. Bu yenilgi 1913 yılında ordunun üst kademelerinin tasfiyesine ve subayların genç yaşta üst mevkilere gelmesine yol açmıştır.

Ne zaman siyaset dışı kaldı ki!

1923-1938 arası ordunun siyaset dışında kaldığına ilişkin izlenim kabul görmemektedir. Ordunun aktif görünmeyişi, bu dönemde gerçekleştirilen devrimleri desteklemesinden ileri gelmektedir. Ordunun bu dönemin en güçlü dayanağı olması aslında belirleyici bir siyasî tavır olarak algılanmıştır. 1923'te Harbiye Mektebi ve Mekteb-i Ali-i Askeri (Harp Akademisi) faaliyete geçmiştir. 1942 yılına kadar akademide Alman subaylar aracılığıyla Alman askerî sistemi geçerli olmuş, bu tarihten sonra İngiliz subaylar görev almıştır. II. Dünya Savaşı'nın sürdüğü dönemde özellikle ordunun yetersizliği ve güçsüzlüğü gibi profesyonel nedenlerle genç subaylar arasında komutanlara ve iktidara karşı başlayan hoşnutsuzluklar 1940'lı yıllardan itibaren genç subayların siyasete müdahale amaçlı cunta ve örgütlenmelerine başlamalarına neden olmuş, 1942-1943 yıllarında İnönü yönetimini devirmek amacıyla girişimde bulunulmuş hatta General Muzaffer Tuğsavul, kendisine yapılan teklifi geri çevirmiştir (Doğan Akyaz-Askerî Müdahalelerin Orduya Etkisi). Siyasal nitelikli cunta örgütlenmeleri çok partili rejime geçişte, 1946'da yapılan ilk seçimlerde ve sonrasında da varlıklarını devam ettirmişlerdir. 1940-1945 arası kurulan cuntalarda daha sonra önemli görevlere gelecek isimler bulunmaktadır. Yarbay Cemal Turan, Yarbay Memduh Tağmaç, General Cevdet Sunay gibi. Bu cuntalardan bir kısmı İnönü ile, bir kısmı Bayar'la ilişki kurmuş hatta bazı subaylar Demokrat Parti lehine bir girişimi de düşünmüşlerdir. 1950 seçimlerinden birkaç ay önce İsmet İnönü ve Nihat Erim, İstanbul'da I. Ordu Komutanı Asım Tınaztepe ve diğer generallerle toplantı yapmış, Tınaztepe'nin çok partili rejime geçiş ile ilgili endişelerini gidermeye çalışmışlardır. İnönü, generallere değişen dünya koşullarının demokrasiye geçişi zorladığını belirtirken rejimin tehlikeye girmesi durumunda orduyu göreve çağıracağını belirtmeyi de ihmal etmemiştir (Feroz Ahmad-Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980). 1950 seçimlerinden hemen sonra 15 Mayıs akşamı bazı generaller İnönü'ye gidip bir emri olup olmadığını sormuşlar ancak İnönü'nün müdahaleye sıcak bakmaması üzerine girişimlerinden vazgeçmişlerdir. Ordu içinde bazı üst rütbeli subayların demokratik sürecin hemen başında CHP ile temas içinde olması DP'yi rahatsız etmeye başlamış ve 1950 seçimlerinin yapılmasından çok kısa bir süre sonra bir albayın İnönü'ye bağlı generallerin 8-9 Haziran gecesi darbe yapacaklarını Başbakan Menderes'e ihbar etmesi üzerine 6 Haziran 1950'de hükümet tarafından Cumhuriyet tarihinin en geniş ve hızlı tasfiyelerinden biri gerçekleştirilerek 16 general ve 150 albay emekliye sevk edilmiştir (Ümit Özdağ-Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkisi ve 27 Mayıs İhtilali). Generallerin genç subayların önünü tıkaması ve ordudaki genç subayların orduya ilişkin reform isteklerinin artması DP'yi bu kuruma ilişkin bir reform programı uygulaması konusunda sıkıştırmıştır. Bu reform isteği NATO generallerinden de gelmekteydi. Ancak DP bu konuda üst komuta kademelerinden ve CHP'den destek görmemiş, üst konumdaki generallerin desteğini önemseyerek onlarla anlaşma yolunu seçmiştir. İşte bu uzlaşma ve DP'nin bazı icraatları genç subaylarda hem iktidara hem demokrasiye karşı inançsızlık yaratmıştır. 1954 yılından itibaren ordu içindeki cuntalaşma faaliyetleri artmıştır. Hiyerarşi dışı bu örgütlenmelerin birden çok olduğu ve bazılarının birleşik olarak davrandıkları saptanmıştır. "Tuzla Uçaksavar Okulu Örgütü", "Sezai Okan-Talat Aydemir Örgütü", "Harp Akademisi Örgütü", "Koçaş Örgütü" gibi. 1957'de ortaya çıkan 9 subay olayı da gizli örgütlerden biri olan birleşik bir örgütün deşifre olmasıdır. Ancak askerî yargılama süreci sonunda 9 subay beraat etmiş, ihbarda bulunan Samet Kuşçu ise mahkum edilmiştir. Bu karardan sonra rahatlayan cunta örgütlenmeleri, çalışmalarını tedbirli bir şekilde yürütmeye başlamışlardır. Celal Bayar'ın ısrarına rağmen Adnan Menderes iki tuğgenerali emekli etmekle yetinmiş ve ordu üst yönetimi ile uzlaşarak olayı kapatmıştır. Menderes tüm gelişmelere rağmen kimi generallerin verdiği güvenceye inanmak istemiştir.
 
generallere gizli örgüt üyeliği teklifinin sırrı

27 Mayıs askerî müdahalesi emir-komuta zinciri dışında, askerî hiyerarşiden bağımsız ve generaller dışında kalan subaylar tarafından gerçekleştirilmiştir. Askerî müdahale öncesi gizli örgüt generallerle de temas kurmuş ve bazılarına cunta üyeliği önerisi de götürmüştür. Bu nedenle generallerin cuntalardan ve kaydettikleri aşamalardan haberdar olmadıkları düşünülemez. Ancak generaller bu gelişmelere karşı adeta seyirci kalmışlar ve söz konusu cuntalara ilişkin yargısal ve idari süreci başlatacak girişimlerde bulunmaktan kaçınmışlardır. Bu ikircikli tavır, pozisyon, statü kaybetmek korkusundan kaynaklanan bir tavırdır. Doğan Akyaz'ın yerinde tespitiyle müdahale anında karşı çıkmayı öngörmemekte, girişim başarılı olduğu takdirde saf değiştirip, pozisyonu korumayı hedeflemektedir (Akyaz-a.g.e). Generallerin yaklaşımını anlayan darbeci subaylar işte bu nedenle generallere gizli örgüt üyeliği önerisini götürebilmişlerdir. 60 kadar gizli örgüt üyesi subayın uzun süredir devam eden faaliyetleri 4 saatlik bir askerî müdahale ile sonlanmış, DP-CHP ve generallerin aymazlığı sonucu demokrasi süreci izleri silinemeyecek derecede yaralar almış, bireysel-toplumsal trajediler yaşanmıştır. Ayrıca ordunun bozulan hiyerarşik yapısını onarma imkanı olmamış, darbe yeni hiyerarşi dışı örgütlenmelerin oluşmasına neden olmuştur. Nitekim Albay Talat Aydemir 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde iki kez darbe teşebbüsünde bulunmuş, ancak ordunun üst yönetimiyle siyasiler arasındaki anlaşma sonucu her ikisi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. İlk darbe girişimi sonucunda Talat Aydemir emekliye sevk edilmiş ancak yargısal süreç işletilmemiştir. Ordu içinde cuntacılık devam etmiş, bu arada Hava Kuvvetleri'nde görevli üçü general 11 subay emekliye sevk edilmiştir. 21 Mayıs 1963'e kadarki süreç içerisinde ordu içindeki gizli örgütler kendi aralarında bir ittifaka yönelmek için toplantılar yapmışlar ve bu toplantılara CHP milletvekilleri, akademisyenler, emekli subaylar katılmıştır. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ın 21 Mayıs'ta başlattıkları darbe girişimi siyasilerle anlaşan Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın ve I. Ordu Komutanı Korgeneral Refik Yılmaz'ın karşı çıkmasıyla bastırılmıştır. Aydemir ve Gürcan sıkıyönetim mahkemesince yargılanıp idama mahkum edilmiş olup cezaları infaz edilmiştir. 27 Mayıs'tan sonra birçok subayın emekli edilmesinde (Eminsu'lar) olduğu gibi bu iki darbe girişiminden sonra da birçok subay emekli edilmiş, ayrıca harp okulu öğrencileri de okuldan çıkarılmışlardır. Bu darbe girişimlerinin bastırılmasından sonra bir süre yavaşlayan cunta faaliyetleri 1967 yılından itibaren yeniden hız kazanmaya başlamış, 1969 yılında hakkında darbe yapacağı söylentileri çıkan Genelkurmay Başkanı Cemal Tural emekli edilmiş, yerine Memduh Tağmaç getirilmiştir. Bu iki generalin de 1960 askerî müdahalesinden önce cuntalar içinde önemli konumlarda oldukları unutulmamalıdır.

12 Mart 1971'e gelinen süreçte ordunun özellikle alt kademelerindeki cuntalaşmalar ve çözüm farklılıkları bölünmelere neden olmuş, ideolojik akımlar ordu içinde de etkili olmaya başlamışlardı. Ancak bu kez askerî müdahalenin, 27 Mayıs'la başlayan emir-komuta hiyerarşisi dışında kalan örgütlenmiş alt rütbeli subaylarca yapılmasına engel olunmuştur. 9 Mart'ta yapılan toplantıda askerî müdahalenin şekli üst rütbeli komutanlarca muhtıra vermek şeklinde belirlenmiş ve inisiyatif üst askerî bürokrasinin eline geçmiştir. Muhtıra alt kademeleri tatmin etmemiş ancak 15 Mart'ta 5 generalle 8 albay emekliye sevk edilerek sol darbe yanlısı subayların tasfiyesine gidilmiştir. Demirel hükümeti muhtıra verenleri değil darbe hazırladıkları iddia edilenleri emekli ederek muhtıra veren generallerle birlikte hareket etmiş, alt rütbeli subaylardan oluşan cuntaların hiyerarşi dışı darbe girişimlerini muhtıra niteliğinde bir askerî müdahale ile önlemiştir. Bunun hükümeti ve siyasetçileri rahatlattığı açıktır. Ancak 12 Mart askerî müdahalesi ordunun demokratik bir çizgiye çekilmesini sağlamamış, aksine ordunun genelkurmay düzeyinde kurumsal özerkliğinin yanı sıra siyasî özerkliğe de sahip olmasına neden olmuştur. Nitekim 12 Eylül 1980 askerî müdahalesi emir-komuta zinciri içinde sert bir hiyerarşik müdahale olarak gerçekleşecektir.

Kaynak: Zaman