Adı Le Cirio, kendi başıma dolaşırken tesadüfen bulduğum bir kahve.
Beyaz gömlek, siyah papyonlu, siyah yelek, siyah önlüklü, yaşlı ve de aksi yüzlü garsonların çabuk adımlarla dolaştıkları eski bir kahve...
Tam bana göre...
Ruhu, kişiliği olan bir kahve olduğu her halinden belli. Müşterileri de galiba buna göre. Herkes bir şeyler okuyor, gazete, dergi, kitap...
Kimilerinin de önünde benim gibi not defteri, ara sıra dalıp bir şeyler yazıyorlar. Kürt konferansı sonrası kendi başıma kalmanın mutluluğunu yaşamaya çalışıyorum.
Bazen başkaları kabus oluyor.
Yapayalnızlık ise bir kurtuluş...
Konferansın son oturumunda, adının karşısında İngilizce şarkıcı yazan Aynur Karadoğan'ın söyledikleri aklıma takılıyor.
Tunceli'den bir Kürt.
Ve de Alevi.
Küçükken aile İstanbul'a göçmüş.
Aynur'un sesinin güzelliğine ilk kez Fatih Akın'ın İstanbul belgeselinde tanık olmuştum. Sonra da Hrant Dink'in birinci ölüm yıldönümünde dinlemiştik Aynur'u.
İnsanı alıp başka diyarlara götüren büyülü bir sesi var.
Kürtçe söylüyor.
Siyasetin ağır bastığı konferans ortamında değişik bir sesti. Şiddet ortamlarında, ölüm ortamlarında yaşamanın güçlüğünden söz ediyordu.
"Kılıcın yerini, kalem alsın" diyen bir cümle yüzünden bir Kürtçe albümü yasaklanmıştı. Konser için hâlâ sabıka kayıtlarının istenmesinden yakınıyordu.
Diyarbakır'da birkaç yıl önce, 8 Mart Kadınlar Günü'nde konser için sahneye çıktığı zaman yanı başında bir polis bitmiş, albümündeki onbir parçadan sadece üçünü söyleyebileceğini, yoksa gözaltına alınacağını kendisine tebliğ etmişti.
Kendi kişisel tarihinde yaşadığı hüznü ve acıyı gözlerinin içi gülerek anlatmak kolay olmasa gerek...
Anadiliyle bağının, yedi yaşında ilkokulla birlikte nasıl kesildiğini, bunun iç dünyasında açtığı yarayı sakin bir sesle anlatırken konferans salonunda çıt yoktu.
Annesi Türkçe bilmediği için evde mecburen Kürtçe konuşuyorlardı. Ama çocukken, okula başladıklarında kendilerini hiç bırakmayan bir Kürtçe korkusu vardı yaşadıkları...
Bir gün küçük kardeşinin ağlamaya başladığını, kimsenin onu susturamadığını, ama dayı oğlunun, "Sen galiba Kürtçe ağlıyorsun!" deyince, kardeşinin ağlamayı zınk diye kestiğini anlatınca hep birlikte güldük ama...
Aynur Karadoğan, insanın kendi anadiliyle bağını koparmaya çalışmanın ne denli korkunç bir şey olduğunu, kendi kültürünün içine daha çok girmek istediğini anlatırken, Türkiye'de hâlâ konser veremediğinden yakınıyordu.
Kürtçe yasakları...
Hâlâ sürüyor. Diyarbakır'da Kürtçe asılan bir afiş ya da dağıtılan Kürtçe bir davetiye yüzünden dava açılabiliyor. Bu açıdan Türk Ceza Yasası'nın derinliklerinde bir şeyler bulmak mümkün...
Ben bugün bir başka yazı tasarlamıştım:
Erdoğan'ın çok cephede savaşı!
Konferans sırasında Avrupa Parlamentosu milletvekilleriyle, AB Komisyonu üyeleriyle konuşurken, onları dinlerken geldi böyle bir yazı...
Hiç bitmiyor bizim sorunlar.
Ne kadar çok biriktirmişiz?
Kürt sorunu, PKK, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu, laiklik sorunu, demokrasi ve asker sorunu, Ergenekon...
Hepsi aynı zincirin halkaları.
Ve hepsi, AB yolunun üstünde...
Başbakan Erdoğan ne yapabilir, ne yapmalı? Zincirin hangi halkasını çekmeli? Doğru halkayı çekemezse, çekmek istemezse ne olur kendisine ve Türkiye'ye?
İlginç bir yazı konusu.
Ama yarına...
Le Cirio'da bilmem kaçıncı kahvemi getirdi pos bıyıklı aksi suratlı garson. Bir şeyler yazdığım için olacak bana sempati yapıyor.
Biraz da kitap okuyabilirim.
Yol üstündeki bir kitapçıda Doris Lessing'in özyaşamöyküsünün ikinci cildini buldum. Sayfaların arasında ben de, kendi kayıp giden zamanımın peşinde kaybolabilirim.
Yalnızlık bazen ilâç gibi...

Kaynak: Milliyet