Birleşik Devletler’de çok dikkat çekmiş olsa da, İngiliz Başbakan’ı David Cameron’ın geçen ay Birmingham’daki büyük konuşmasında duyurduğu beş yıllık aşırı-karşıtı politikası, Batı’nın radikalleşme karşıtı politikalarının evriminde önemli bir kırılma meydana getiriyor.

Kendilerini İslam Devleti olarak ilan eden gruba Britanya’dan katılımın artması ve yüzlerce kişiye ulaşması nedeniyle, program ilk defa “pasif aşırılık” (yeni ortaya çıkmış ve özensiz bir terim) bir Batı hükümeti tarafından terörizmin doğrudan sebebi olarak suç ilan edildi.

Cameron’ın stratejisi, Birleşik Krallık’ın bu yılın başında geçen Terör Karşıtı Güvenlik Yasası yoluyla yasal olarak icra eden siyasi bir önlem. Tüm kamu kuruluşları, denetleme yapma ve ilkokullarda çocukların yaptığı aktiviteler de dahil olmak üzere tüm pasif aşırılık eylemlerini raporlamak için yasal olarak görevlendirildi. Liberal bir toplumda devletin fikirler üzerindeki kontrolü sağlamak için kullandığı iktidar, eşi benzeri zor görülür şekilde genişletildi.

Fakat Cameron’un stratejisi, “Britanya değerlerini” bozacak potansiyele sahip şüpheli bir toplum olarak Müslümanlara odaklanıyor; hem de bu toplum içindeki kişiler doğrudan şiddete başvurmasa ya da herhangi bir şekilde terörist eylem planlarının içinde yer almasa bile. Bu, durumu iyileştirmek yerine devlet ve vatandaşları arasındaki güven ilişkisini kötüye götürecek bir strateji.

Böyle bir hareket, son yıllardaki Batılı politikaların genel eğiliminin, özellikle Birleşik Devletler’deki İslam dışındaki inançları ve güvenlik dışındaki meseleleri içeren dini bağlantının genişlemesine yönelen bir yapının karşısında yer alıyor. Bu bakımdan Birleşik Devletler, Whitehall’ın güncel iç ajandasının bazı ölçüsüzlüklerine engel olmada önemli bir rol oynama potansiyeline sahip.

İslam’a karşı düşmanlığın muhtemelen Birleşik Krallık’a kıyasla Birleşik Devletler’de daha yaygın olmasına rağmen, yasal bir ifadeyle, Washington Londra’ya kıyasla Müslümanların ifade özgürlüğü konusunda daha hoşgörülü. Dini konularda her şekildeki devlet müdahalesini kısıtlayan Anayasa bunun başlıca nedenlerinden. Bu, hükümetlerin kanun karşısında tüm dinlere eşit davranmalarını sağlıyor; özel kısıtlamalar yasadışı olarak görülüyor.

ABD tüm dinlerin bir arada yer almasına odaklanıyor. Tüm inançlarda şiddet ve aşırılığa kaçılabilinmektedir. Önemli olan Müslümanlar dışındaki dini grupların politik şekilde diyalog kurabilmesidir. Dinler arası diyalog illa sorun yaratacak değildir; çatışmalara yönelik bir çözüm de oluşturabilir.

Dinin küresel etkisi konusundaki yenilikçi araştırmalar (Pew Araştırma Merkezi’nin Din ve Kamusal Yaşam projesi gibi) da bu bakış açısını ve politikaları destekliyor.

Birleşik Devletler’de günümüzde işleyen, dini angajman konusundaki geniş tabanlı anlayış 11 Eylül’den önce başlamıştı. Örneğin, 1998 tarihli Uluslararası Dini Özgürlük Kanunu, çeşitli çok-inançlı küresel arenalardaki dini zulme işaret etmek amacıyla, ABD dış politikasının bir aracı olarak hizmet ediyor. Hindistan’ın günümüzdeki Başbakan’ı Narendra Modi, 2005 yılında Birleşik Devletler’de bu nedenle yasaklandı. Gerekçe ise, Modi’nin 2002 yılında Gucerat’ta Müslümanların katledilmesinde suç ortaklığı yapmasıydı.

Bunlarla ilgili olarak, 2001’de, Beyaz Saray İnanç Temelli ve Mahalli İlişkiler Ofisi kuruldu. Daha yakın zamanda ise, Beyaz Saray 2013 yılında “ABD Dini Lider ve İnanç Toplulukları Sözleşmeleri Stratejisi”ni yayımladı. Bu strateji sadece güvenlik konuları ile ilgili değil, gelişme ve insan hakları meseleleri ile de ilgiliydi. Şimdi ise Din ve Küresel İlişkiler Ofisi tarafından uygulanıyor.

11 Eylül’den günümüze kadar – Birleşik Krallık dış ilişkilerindeki Müslüman dünyasındaki Atlantik aşırı anlaşmalarını sürdürebilirdi ama ülke içindeki Müslümanlar konusunda bunu sağlayamadı. 10 yıldan fazla bir zaman önce başlayan “Engelleme Stratejisi”, Britanya vatandaşlarının terör örgütlerine katılımını engellemeyi amaçlıyordu ve özellikle İslami aşırılığa karşı savaşmaya yönelikti.

Bu stratejinin çeşitli ulusal ve uluslararası bileşenleri vardı ve konuyla ilgili sürekli yeni devlet departmanları kuruluyordu. Engelleme ruhu zaman içerisinde ortaya çıkan, hem ülke içinde hem de Avrupa ve Müslüman ülkelerde büyümekte ola terörizm ile ilgili endişelere göre şekillenmeye başladı. Birleşik Devletler’de, New York’taki toplum polisliği fikrinden, bir ABD elçisinin İslam Konferansı Teşkilatı’na atanmasına doğru yaşanan evrim apaçık ortada.

Fakat Birleşik Krallık’ın Engelleme stratejisi, “ılımlı” Müslümanları destekleyerek örnek vatandaş yaratmaya çalışması konusunda kendi hırslarının kurbanı oldu. Cameron’ın pasif aşırılığı yasal olarak cezalandırılabilecek bir suç haline getirecek yeni düzenlemesi liberal bir toplum için bir çelişki teşkil ediyor. Aslında Cameron bu şekilde Britanya’da uzun süredir önemli bir değer olan ifade özgürlüğüne de karşı gelmiş oluyor.

Birleşik Devletler’in ise bu yeni politikayı uygulayabilmesi ya da istemesi mümkün görünmüyor. Çokkültürlülüğün ahlaki rölativizmine bir saldırı olarak Cameron’un aşırı-karşıtı politikalarının birincil önemde olduğu Birleşik Krallık’ın aksine, Birleşik Devletler’de, böyle yasalar hakkındaki kamusal müzakereler daha çok özel ve kitlesel denetim konularında gerçekleşiyor; özellikle de Edward Snowden vakasından sonra.

Hala her politikanın nihai değeri çalışıp çalışmadığıyla ilgili: Eğer Engelleme Britanya vatandaşlarının terörist olmaktan alıkoymak için yapıldıysa, başarısız bir strateji oldu. Eğer Batılı İslamcı teröristlerin çatışma bölgelerine gitmesini engelleme amacındaysa, yine başarısız oldu; çünkü son yıllarda IŞİD’e katılan cihatçı turistlerin sayısı önemli derecede arttı.

Ve eğer Engelleme Müslüman sivil toplum ile devlet arasında bir ortaklık kurmayı amaçlıyorsa, bocaladığını söyleyebiliriz çünkü güven ilişkisini kuramadı. Ve bu belki de en önemli konuydu: inanç toplulukları ile devletin etkili şekilde birbirine bağlanması kesinlikle bir güven ortamında oluşabilirdi. Müslüman topluluklara güvenmek yerine devlet iktidar mekanizmalarının genişletilmesi, kolektif bir damgalanma hissini yaratmıştır.

Müslüman ılımlılığı yeniden düzenlemeye çalışma ve Müslüman topluluklara karşı var olan kültürel damgaları çoğaltmasındaki sorunlara ek olarak; Cameron’un planındaki “pasif aşırılık” tanımlamasının üstü oldukça kapalı, “İngiliz değerleri”ne karşı gelen her şeyi içeriyor olabilir. Bu problemler, Birmingham’daki konuşmasında açıkça görülüyor. Müslümanların muhalefet ve düşünce özgürlüklerini içeren pasif aktiviteleri bastırmaya çalışıyor gibi görünüyor. Hatta çocuklara yönelik cinsel istismar ve töre cinayetleri gibi konuları da İslamcı aşırılık içinde değerlendiriyor.

Birleşik Devletler 11 Eylül’den beri cihatçı terörizmden etkilenmemelerinin mümkün olmadığının farkında, çoğu kez örnek olarak Birleşik Krallık’ı izledi. Britanya’daki Müslümanların katılımı politikaları daha gelişmiş ve incelikli görünüyordu. Ama belki de artık Whitehall’ın Washington’dan öğreneceği bir şeyler vardır.    

Kendi ülkesindeki radikalleşmeyi engellemek için Cameron Washington’a bakarak, kamusal alanda dinlere yönelik daha geniş ve kapsamlı bir siyasi mimari inşa etmeyi öğrenebilir. Böylelikle İslam deyince akla ilk gelen şeyin terörizmin olmadığı bir çerçeve çizilebilir. IŞİD’in ilerlemesi durmasa da, şu an Batı hükümetleri için en önemli şey Müslüman vatandaşları ile bir güven ilişkisi kurmak olmalıdır.

Dünya Bülteni için Çeviren: Cansu Gürkan