Size bir iktisat tarihi testi:

Serbest uluslararası ticaret doğrultusunda seküler trendin öncülüğünü yapan Büyük Güç hangisiydi?

Savaş masraflarını karşılamak için ilk kez dış borca müraacat eden Büyük Güç hangisiydi?

Ülke sanayisi ve altyapısına büyük ölçekli dış yatırım yapılmasına ilk kez izin veren Büyük Güç hangisiydi?

Tahmininizi ABD veya İngiltere gibi bugünün küresel güçlerinden yana kullandıysanız sınavdan çaktınız demektir. Her bir sorunun doğru cevabı, Osmanlı İmparatorluğudur.
Osmanlı İmparatorluğu, altı asırdan daha fazla süren ömrü boyunca dünyanın zirve gücüydü ama bu onun 1922-23’teki nihâi çöküşünü durdurmadı. Amerika’nın geleceği hakkında kaygı besleyen herkes için kışkırtıcı anlamları vardır bunu. Amerika’nın şu anki gidişatı, pek çok bakımdan Osmanlı filminin hızlandırılmış versiyonudur.

Osmanlılar, ticari görüşlerinde Wall Street Journal’ın yayın kurulu gibi azgın bir şekilde ideolojik değillerdi asla ama modern zamanların başlarında Avrupa’nın yükselişini imleyen sistematik merkantalizmden kesin olarak ayrılıyorlardı. İthalat tarifeleri nispeten düşüktü ve Osmanlı politikacıları 19’ncu yüzyılın ortalarında imparatorluğun yükselen borçlarına “üzülme, mutlu ol” noktasından bakıyorlardı. Böyle yaparak, Washington’da otuz yıldır sergilenen umursamazlığı tuhaf ve ürkütücü şekilde çok daha önceden sergilemişlerdi.

Benzerlik kurarken çok fazla ileri gitmemek gerekir elbet.Ticaret, Osmanlı İmparatorluğu’nun nihâi kaderini belirleyen tek etken değildi. Hassaten sorunlu bir siyasi kültürün de kabahati büyüktür. Osmanlı Sultanlığı, modern Avrupa’nın monarşileri gibi işliyordu ama önemli bir fark da vardı: Osmanlılar, büyük evlat hakkına (primogeniture) inanmıyorlardı. Taht’ta oturan sultan vefat ettiğinde kardeş kardeşle ve üvey kardeşle kavga ediyor, anneler ve diğer kadın taraftarlar Harem perdesinin ardından ipleri ellerinde tutuyorlardı. I. Selim’in 1512’de tahta çıkış süreci hatırlanmaya değerdir. Sadece kardeşlerini değil oğullarını da öldürme gereği hissetmişti. Ancak söylemeden olmaz, diğer dört oğlunu öldürerek en yetenekli oğlu Süleyman için yolları açmıştı. I. Selim tarihte Yavuz Sultan Selim olarak, oğlu Süleyman ise Kanuni Sultan Süleyman olarak bilinir.

Yıllar ilerledikçe, Osmanlı siyasi geleneğinin insanın kanını donduran veçheleri dizginlendi fakat imparatorluk idâresi 19.yüzyılın sonlarında bile hesap vermeyen türdendi ve kapris derecesinde otoriteryandı. Bu arada, büyük evlat hakkı geleneğinin olmayışı, sanayi kalkınmasını geciktirerek bir başka şekilde tökezleyici olmuştu. Avrupa’da herhangi bir şirket kurucusu tüm işi en büyük oğluna bırakırken, başarılı bir Osmanlı işadamı genelde vârisleri arasında bölüyordu. Avrupa’daki bu uygulama hakkında her ne söylenirse söylensin, büyük, küresel çaplı şirketlerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

Bu tür ince farklılıklar bir yana, Osmanlı’nın ekonomi yaklaşımının çeşitli veçheleri ile son zamanların Amerikan tecrübesi arasında benzerlik vardır. Bâb-ı Âli (The Sublime Porte) olarak da bilinen İstanbul’daki Osmanlı hükümeti, 1840’larda bazı Avrupa güçleriyle tek yönlü serbest ticaret anlaşmaları imzaladı. İthal mallara normal gümrük tarifelerinden başka vergi koyma hakkından vazgeçti ama karşılık olarak kendi ihracatları için benzer bir muameleyi güvenceye almamıştı. Bu ve Washington’ın II. Dünya Savaşı sonrasında Doğu Asya’da izlediği ticaret diplomasisi arasındaki benzerliği görmemek zordur.

Bu anlaşmalar, Osmanlı’da uzun zamandır var olan ithalat dostu gelenek içerisinde dokunulmazdı. Zamanlama can alıcıydı: Osmanlılar, uluslararası ticaret bir ulusun ekonomik performansının belirleyicisi olarak tam öne çıkarken kendi ellerini bağlamanın bir yolunu bulmuşlardı. Ticaret daha evvelden, ekonomilerin zanaata dayandığı ve taşıma mâliyetlerinin genelde engelleyici olduğu dönemde, küçük bir rol oynuyordu özellikle de söz konusu olan büyük uluslar olduğunda. Sanayi Devrimi ve beraberinde daha etkin nakliyat yöntemlerinin gelişmesi, imâlat ekonomilerini 1840’lara kadar çoktan değiştirmişti: Ölçek ekonomisi aniden can alıcı bir rol oynamaya başladı. Böylelikle, kendi ürettikleri sanayi malları için mümkün en büyük pazarları bulmanın öyle ya da böyle (kısmen de mahir veya cebri ticaret diplomasisi ile) bir yolunu icâd eden ulusların ayrı bir avantajı oldu. Bu uluslar arasından özellikle de İngiltere – daha sonraları zekice uygulamaya sokulan serbest ticarete yönelmişse de - 19’ncu yüzyılın ilk yarısında, yükselişinin en dinamik safhasında, yeni sanayi kollarını ateşlemek için korumacı yöntemlere başvurmuştu.

Osmanlı yetkilileri, kendilerini köşeye sıkıştırdıklarını hayli geç bir vakitte keşfettiler. Avrupa’nın gitgide daha da verimli çalışan yeni fabrikalarından indirimli ithalat sel olup akarken, emeklemekte olan yeni sanayi kollarını geliştirmek amacıyla yüksek gümrük tarifesi uygulamak imparatorluğa yasaktı. İmparatorluğun tarihinde ticareti ilk defa büyük bir açık vermişti. Durum öylesine hızla kötüleşti ki Bâb-ı Âli Londra’dan kredi şeklinde dış yardım aramak zorunda kaldı.

İmparatorluk tarihindeki ilk dış krediydi fakat dış borç almak çok geçmeden bir hayat tarzı haline geldi. Son derece zayıf ticari performansından dolayı pazarlık gücü hayli zayıflayan imparatorluk, 1881 yılında geri kalan tarifelerin kontrolünü Avrupalı yetkililere vermesi için baskı gördü. Osmanlı sanayisinin idâresinde özellikle de tütün sanayisinde, demiryollarının ve diğer modern altyapının geliştirilmesinde Avrupalı yatırımcılara baş rol sunuldu. Esasen Bâb-ı Âli, kaderi üzerindeki kontrolü kaybetmişti.
Ticaret bir yana, imparatorluğun çok büyük asker harcamaları âkıbeti çabuklaştırdı. 21’nci yüzyılın nâzır tepesinden bakıldığında, imparatorluk tarihi daha ziyâde savaştan ibarettir. 1853’te patlak veren ve genelde ilk modern savaş olarak görülen Kırım Savaşı masraflarını karşılama ihtiyacı, Osmanlıyı Londra finans piyasalarına başvurmak zorunda bırakmıştı.

ABD’yle benzerlik gözden kaçacak gibi değil: Her şeyden evvel, 1930’lardan beri ABD’nin bahse değer bir savaşa katılmadığı tek bir on yıl vardır (1980’ler). II. Dünya Savaşı hâriç, bu savaşların hayâti Amerikan çıkarlarıyla bağlantıları çok zayıftır. Daha kötüsü, gereksiz yere ulusun iktisâdi temellerine darbeler indirmeye hizmet etmektedirler. Mukayese yaptığımızda, Osmanlıların savaşa gitmek için bazı nedenleri olduğu görülüyor. Örneğin İmparatorluk, Kırım Savaşına girerken Rusya’nın Osmanlı topraklarına saldırmasına cevap veriyordu.

Açık olan şu ki, askeri faaliyetler 1850’lerden itibaren Osmanlılar için ağır bir yük haline gelmişti. Son dönem Osmanlı mâliyesi hakkında yeni bir kitap yazan Murat Birdal’ın belgelediği üzere, 1877, 1888, 1896, 1905, 1913 ve 1914’teki dış borçlanmaların ardında askeri ihtiyaçlar vardı. Bu arada, sırf daha önceki askeri faaliyetlere mâli kaynak sağlamak amacıyla alınmış borçları ödemek için de başka devlet tahvilleri basmak gerekiyordu.

Amerika’nın yakın tarihiyle çarpıcı benzerlikler var: Washington’ın son otuz yılda Japonya, Çin ve Almanya’ya borçlanmasının ana nedenlerinden biri de ihracat sanayilerinin sendelediği bir zamanda dev bir yarı imparatorluğu savunmanın mâli külfetidir.

O zamanın İstanbul’u ile bugünün Washington’ı arasındaki en korkunç benzerlik, ihracatçılara yapılan muamelededir. İhracatçıları yüreklendirmekten çok uzak olan Osmanlı İmparatorluğu, özel ihracat tarifeleri uygulayarak ihracatçıları sakatlamış görünmektedir. Sanayi öncesi pek çok toplumdaki vergi sisteminin ortak bir niteliğidir bu elbet (Bu vergileri toplamak nispeten daha kolaydı). Fakat daha aydınlanmış yönetimler, Sanayi Devrimi başladığında bu uygulamadan sakınmışlardı. Bunun aksine, Osmanlı İmparatorluğu ihraç mallarına vergi uygulamayı yaklaşık bir asır daha sürdürdü. Osmanlı yetkilileri, imparatorluk, sanayi kabiliyetlerini geliştirmede Avrupalı güçlerin bir hayli gerisinde kalana dek bu uygulamanın tüm sonuçlarını takdir edememişlerdi.

ABD’ye gelince, bugünlerde ihraç malları üzerinde özel vergi uygulaması yok ama hepsi değilse de çoğu gözlemcinin gözden kaçırdığı şey, ABD vergi sisteminin ihracat karşıtı gizli ve nişâneli eğilimleri ihtiva ediyor olmasıdır. Ekonomi yorumcusu Pat Choate’nin 2009 yılında yayınlanan “Saving Capitalism: Keeping America Strong” başlıklı kitabında işaret ettiği üzere, gelişmiş ülkelerin pek çoğu katma değer vergisi lehine satış vergisinden sakınırken, satış vergisinin Amerikan vergi sisteminin merkez sütunlarından biri olmayı sürdürmesinden kaynaklanır bu. İki sistemin etkileşimi, Amerikalı imâlatçıları bilhassa da ihracat yapan imâlatçıları dezavantajlı bir konuma itmektedir. Katma değer sistemlerinde imâlatçılara vergi iadesi yapılırken – DTÖ kurallarına uygundur – satış vergisi sisteminde benzer bir mola yoktur. Sonuçta da ABD ihracatı, satış vergisinde mündemiç bir unsur ihtiva eder ki söz konusu olan fiyat hassasiyetinin olduğu ürünlerse, küresel rekabette belirleyici bir dezavantaj olabilmektedir.

Osmanlı ve ABD arasındaki paralellikler hakkında bu kadar. Şimdi de bir farklılık: Mâli iç patlamının hızı. Amerika vakasında insanı afallatacak denli çabuktur. Her şeyden evvel, ABD’nin dünya tarihinin en büyük borç vereni olarak dünyaya hükmettiği gün daha dün gibidir. ABD yönetimi II. Dünya Savaşını kazanan devasa silahlanmanın mâliyetini bir çırpıda bütünüyle kendi kaynaklarından karşılamakla kalmayıp savaş sonrasında toparlanmaları için diğer uluslara da büyük miktarlarda para sağlamıştır. Bundan sonra, Amerikan ekonomisi 1960’lara değin öylesine güçlü kaldı ki dev küresel askeri üs ağını idâme ettirmenin mâliyeti kolayca idare edilebilir göründü.
Ancak 1970’ler gelinceye kadar eski tat kalmadı: 1971-71 ticaret krizi, ABD’yi altın standardından çekilmeye zorladı ve ABD Hazinesi açıklarını kapatmak için dış borca ciddi ölçüde bel bağladı. ABD on yıl sonra – Reagan yönetiminin son yıllarda – tarihteki en borçlu ulus haline gelmişti. Amerikalı politikacıların çürümeyi en nihayet durdurma ümidi taşıdıkları eski güzel günler geçmişte kalmıştı. O tarihten sonra, I. Bush, Bill Clinton ve II. Bush’un yıkıcı politik hataları yüzünden durum büsbütün kontrolden çıktı.
Açık seçik söylemek gerekirse, tarihteki büyük ulusların yaşadığı belki de en büyük iç patlamaya şahit oluyoruz. Kıyasen, Osmanlı’nın çöküşü hakikaten nazikçeydi. Coğrafi genişliği ve nispi teknolojik ileriliği bakımdan ölçüldüğünde, Osmanlı İmparatorluğu 16’ncı yüzyılın ikinci yarısı gibi erken bir zamanda zirvesine ulaşmıştı. Osmanlı’nın çöküşü, zirveye çıkmasından sonra daha çok uzun bir süre sadece tebâsı için değil bilgili diplomatik gözlemciler için de algılanamaz bir halde kalmıştır. En azından askeri teknoloji söz konusu olduğunda, Osmanlı İmparatorluğu 19’ncu yüzyılın başlarında birinci sınıf güçtü; 1829’larda, Mahmudiye kalyonları denize indirildi ki dünyanın en büyük savaş gemisi ünvanını yıllarca korumuştur. İmparatorluğun sıkıntıda olduğuna işaret eden tartışmasız ilk belirti 1854’e değin gelmemişti. İmparatorluğun zirveye çıkmasından 250 yıl sonrasıydı. ABD, küresel liderlikten aleni mâli bağımlılığa geçişi bu sürenin onda biri kadar kısa bir zaman zarfında “başardı.”

Amerika’nın durumunun belki de en üzücü tarafı, ABD ihracat sanayilerinin oyulmuş olmasıdır. Vereceğimiz bir sayı, problemi özetlemektedir: Küresel mâli krizin herşeyi dağıtıp bozması öncesinde son “normal” yıl olan 2008 itibariyle, ABD câri açığı GSMH’nın yüzde 4.9’una ulaştı (1989’a göre yüzde 1.9 artış kaydetmiştir). Gerekli tüm sayılar mevcut değil ama Osmanlı İmparatorluğu belli ki ABD’nin bugünkü çapta ticaret açığına nihâi çöküşünden yalnızca on yıl önce yakalanmıştı.


Kaynak: The American Conservative
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın