Cumhurbaşkanlığı etrafında yaşanan ulusal hezeyanın cazibesinden bir an için kurtulup, söz konusu hezeyanın hangi ulusal niteliğimizle bağlantılı olduğunu irdelemek çok öğretici olabilir. 
  
Çünkü sırf bir AKP'li cumhurbaşkanı olmasın diye, askerin temeli olmayan bir irtica tehdidinden hareketle internet sitesinde yazı yayınlaması; bir kısım medyanın fikir birliği içinde bu klişe metni beklenen bir 'muhtıra' olarak heyecanla karşılaması; ve nihayet Anayasa Mahkemesi'nin hukuku muhtıra ideolojisinin uzantısı kılan iptal kararı, bireysel farklılıkları yok eden daha genel bir hassasiyeti ima ediyor. Ancak toplumsal kesimleri temsil ettiği varsayılan partilerin bu konudaki söylemleri ve nihayet Tandoğan ve Çağlayan'da sokağa dökülen halkın ortak dili, anlamaya çalıştığımız bu hassasiyetin neredeyse 'ulusal' nitelikte olduğunu göstermekte.

Global aktör olarak Müslümanlar

Böyle bir duyarlılığı ya hissedersiniz ya da hissetmezsiniz... Ben hissetmediğime göre yapabileceğim tek şey anlamaya çalışmak olacak. 'Muhtıra'nın ardından yazdığı pazar yazısında Emin Çölaşan şöyle demekteydi: "Asker devreye girdi; 27 Nisan sürecini başlatıp milyonlarca insanımızı rahatlattı." Buradan anlıyoruz ki eğer asker devreye girmeseymiş, halkımız belirli bir rahatsızlık içinde kalacakmış. Yani insanlarımızı rahatsız eden bir durum var; ama onlar bunu kendi başlarına ortadan kaldıramıyorlar. Asker müdahil oluyor ve rahatlama geliyor... Dolayısıyla bu yazının amacı söz konusu rahatsızlığı anlamaya dönük olmak zorunda. Öte yandan ordunun sırf halkımız rahatsız diye inanmadığı bir müdahaleyi yaptığını da düşünemeyiz. Ne de olsa silahlı kuvvetler bir siyasi parti gibi göstermelik popülizme yaslanamaz. Bu nedenle ordunun da aynı hassasiyete sahip olduğu açık. Nitekim internet sitesindeki 'muhtıra' niyetinde olduğu söylenen metinde "TSK... gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir" denmekte. Böylece hassasiyetin gizli tutulmayacağı ve gereğinin yapılacağı anlaşılıyor. Söz konusu hassasiyetin somut olarak ne olduğuna gelindiğinde ise şunu öğreniyoruz: Türk ordusu "laikliğin kesin savunucusudur" ve "Ne mutlu Türk'üm diyene' anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır."

Doğrusu bu birçok kişiye rahatlatıcı bir duygu vermiş olabilir... Bir hassasiyetin 85 yıl boyunca aynen korunarak klişeleşmesi, hem Cumhuriyet'in ilelebet baki kalacağına ilişkin, hem de dünyanın aslında hiç değişmediğine dair sağlam bir kanıt gibi durmakta. Öte yandan ilk bakışta yukarıdaki iki hassasiyet arasında bir ilişki görmeyebilirsiniz... Birisi laiklik, yani dindarlıkla; ötekisi ise Türklük, yani milliyetçilikle ilgili... Ancak son dönemin konjonktürü ışığında aralarında gizli bir bağ var: Yapılan birçok sosyolojik çalışma Türkiye'de Müslüman kimliğinin modern dünyanın gereksinimleri içinden yeniden tanımlandığını, böylece dindarlığın yeni anlamlar kazanırken farklılaşıp çeşitlendiğini; kısacası İslami kesimde alttan gelen kendiliğinden bir sekülerleşme yaşandığını ortaya koymakta. Ne var ki bu sekülerleşme dindarların dinden uzaklaştıklarını değil, aksine dindarlığı yeniden tanımladıkları ölçüde Müslüman cemaatin sınırlarını genişlettiklerini göstermekte. Kısacası bugün karşımızda dünyayla barışık, özgüveni yüksek ve -resmi ideoloji açısından en önemlisi- daha ziyade Müslüman kimliği üzerinden kendisini global bir aktör olarak tahayyül edebilen yeni bir vatandaş kategorisi var...

Bunun anlamı Cumhuriyet'in harcı olarak sunulan Müslümanlık ile Türklük arasındaki bileşkenin çözülmekte olmasıdır. Bugün Türkiye Müslümanlarının resmi ideoloji tarafından belirlenen Türklük tanımına ihtiyacı artık eskisi kadar fazla değil... Dolayısıyla örneğin 'misyoner tehdidi' Müslümanlar arasında değil, asıl laik kesimde tutan bir söylem... Ve gene dolayısıyla TSK'nin malum yazısında laiklik karşıtlığı ile 'Türk'üm' demekten kaçınma aynı kefeye konabilmekte. CHP'nin söz konusu hassasiyete böylesine hevesle atlamasının anlamı da burada... Müslüman kesimin resmi ideoloji açısından sadece dindarlık üzerinden değil, Türklük üzerinden de ötelenmesi, bu partiyi kendi algılamalarıyla en makbul siyasi oluşum haline getiriyor. Ulusalcılık denen garabetin nedeni de böylece anlaşılıyor. AKP'yi sadece 'yobaz' değil, 'emperyalist uzantısı' olarak göstermek; bir taşla iki kuş vurmak gibi. Ne var ki bu ulusalcıların analiz düzeyi fazla derin değil: Kendi stratejilerinin Müslümanları 'ulusal' olandan daha da uzaklaştırdıklarını fark etmiyorlar. Ama belki de fark edip buna razı oluyorlar. Çünkü onların derdi demokrasi içinde bir çözüm zaten değil...

Mesele AK Parti'yi alaşağı etmek...

Böylece Baykal'ın "bir erken seçimi 'bizatihi çözüm' olarak görmediğini" söylediğinde gerçekten ne dediği daha iyi anlaşılıyor... Onun derdi AKP'nin alaşağı edilmesi. Yöntem önemli değil. Eğer demokrasi bunu becermeye yetmiyorsa, demokrasinin de rafa kaldırılması Baykal'a göre meşru. Nitekim Anayasa Mahkemesi'nin 367'yi şart koşmaması durumunda "Türkiye tehlikeli bir kriz ve çatışma ortamına sürüklenecektir" diyen de kendisi. Yani demokrasinin işlemesi durumunda demokrasinin dışına çıkabileceğini ima eden bir siyasi partimiz var. Üstelik de Cumhuriyet'i kuran siyasi parti bu... Dahası CHP bu tutumunda yalnız da değil. Örneğin ODTÜ'nün, yani 'üniversite' muamelesi yaptığımız bir kurumun rektörü "TSK'nın tahammül sınırının zorlandığını" ifade edebilmekte. Bu arka plan önünde devletçi/ulusalcı davet karşısında yüz binlerce insanın Tandoğan ve Çağlayan'a çıkması kimseyi şaşırtmamalı. Bu insanların ellerinde sadece bayrak olması, Mustafa Kemal tişörtleri giymeleri de öyle... Çünkü yukarıda açıklandığı üzere, bugün bayrak gibi bir milli sembolün anti-Müslüman siyasetin taşıyıcısı olarak kurgulanmasının zemini yaratılmış durumda.

Laiklik kisvesinin arkasındaki gerçek...

Toparlarsak, Müslüman kesimden gelen insanların muhtemel iktidarının engellenmesi, devletçi/ulusalcı koalisyon için demokrasiden çok daha önemli gözüküyor. Meydanları dolduran herkes için geçerli olmadığı kesin olsa da, yapılan eylemin günümüz konjonktüründeki siyasi anlamının demokrasiden uzaklaşma olduğunu görmekte yarar var. Haykırılan "Türkiye laiktir, laik kalacak" sözünün esas anlamının laiklikle ilgili olmadığının da kavranması gerek. Çünkü Türkiye zaten 'laik' değil; daha doğrusu otoriter/devletçi bir din karşıtlığını 'laiklik' sanmakta. O nedenle de "Türkiye laik kalacak" sözü "Türkiye böyle kalacak"; yani "otoriter/devletçi zihniyet devam edecek" demekten öte anlam taşımaz. Meydanları dolduran yığınlar "Ne şeriat ne darbe" derken belki hayali irtica tehlikesine gerçekten de inanıyorlardı. Ancak gerçek o ki, Türkiye'de şeriat heveslisi insan sayısı hem az hem de siyaseten güçsüz. Oysa darbe heveslileri hem sayıca çok, hem de siyaseten güçlü. Dolayısıyla "ne şeriat ne darbe" diyenler -kendileri pek farkında gözükmese de- gerçekte zımnen darbe heveslilerine destek vermekteler.

Cumhuriyet'i elitist bir devletçiliğin uzantısı olarak tanımlayıp, demokrasiyi de dünyaya şirin gözükmenin kılıfı olarak hayal edenler; Anadolu'dan yükselen demokratik talepler karşısında gerçek yüzlerini gösteriyorlar. Bu ülkede demokrasi/cumhuriyet ayrımı üzerinden Cumhuriyet savunuculuğu yapanlar, bu tutumlarını Mustafa Kemal ve bayrak motifiyle meşrulaştırdıklarını sananlar hiçbir zaman demokrasiye razı olmadılar. Nitekim bugün sıkıştığı marazi noktada Gündüz Aktan şöyle yazmak zorunda kalıyor: "Cumhuriyet'in kimliği değiştirilemez. Nokta!" Cumhuriyet'in demokratik olmaması Aktan için önemli değil. Demokratik olmayan bir Cumhuriyet'in giderek tahakkümcü bir sürece girmesi de önemli değil... Önemli olan var olan sistemin hiçbir şey değişmeden devam etmesi ve Aktan gibileri ideolojik olarak iktidarda tutması.

Evet AKP karşısında epeyce yaygın bir hassasiyet var... Ama bu yapıcı ve olumlu bir hassasiyet değil. Bu, korkuların manipüle edilerek darbe gereksiniminin ayakta tutulduğu, özgüvensiz, olgunlaşmamış bir Cumhuriyet tebası olma halinin dışavurumu. Türkiye'de Cumhuriyet bir demokrasi sınavından geçiyor ve sistemin tüm başarısız talebeleri sınavdan kaçmak için bin bir bahane uyduruyorlar... Acıklı ve hüzünlü bir durum... Siyasi analizden ziyade psikolojinin alanına giren bir durum...