İki ay kadar önce Şiraz'da Hafız'ın kabri başında bir şiir iklimini hissetmiştim ister istemez. Ölüm düşüncesini şiirselleştiren Hafız'ın kendisi olduğu kadar Yahya Kemal'ın "Rindlerin Ölümü" şiirinin çağrışımları olsa gerek. Tıpkı Rindlerin Ölümü'nde olduğu gibi göğe yükselen "serin serviler" ve Hafız'ın kabri… Akşam üzeriydi, karanlık çökmek üzereydi ama göğün maviliği henüz gitmemişti. Gökte sessizce parıldayan ay Hafız'ın kabri olan bahçedeki suya çoktan aksetmişti… Yeşil servilerin altında kabrinde yatan Hafız'ın ruhunu öpercesine gökte apansızın, sessiz ve mahcup beliren ay; şarkın bu en büyük şairinin divanını tamamlar gibiydi. Ölüm ve hayat Hafız'ın kabrinde şiirselleşmiş, gece ile gündüzün buluştuğu çizgide beliren ay ölüm ötesinden bir haber gibi belirmişti Şiraz semalarında… Mezarın başındaki Hafız Divanı'nından rastgele açtıkları sayfadan karşılarına çıkan beyti okuyarak hayata dair anlamlı işaret yakalamaya çalışanlar gökteki ayın fısıldadığı şiiri fark etmiş görünmüyorlardı. Şiirle hemhal olan, şiirin hayata bu denli renk kattığı Şiraz'ın sakinlerinin hayat ve ölüm arasındaki bu şiirsel çizgiyi fark etmeleri mümkün olmayacaktı belki de… Şirazlı Hafız ve kabri, şiir ve serin serviler altında uzanan hayat.

İki hafta önce Saraybosna'da Başçarşı'ya iner inmez ilk olarak Aliya'nın kabrini ziyaret ederek, Bilge Kral'a Fatiha okuyarak başlamıştım güne… Saraybosna'ya Aliya'ya selam vermeden girmek bir tür edebi çiğnemek olurdu. Beyaz mermer mezar taşlarından oluşan bir ormandı sanki Kovaci Şehitliği. Sade, pürüzsüz bir beyazlık. Şehidlerin beyazlığı. Aliya'nın sade, açık bir kubbeyle kucaklanan kabri gök kubbenin yerdeki aksi gibi duruyor. Gök kubbeyi yeryüzüne indiren bir uhrevilik çağrışımı yapıyor Aliya'nın mütevazı türbesi… Kabrin önünde hilal şeklinde bir havuz. Suda titreyen mavi gök kubbenin aksi… Hilal şeklindeki suda mavi gök kubbeyle üst üste gelen kubbe şeklindeki Aliya'nın kabri… Yeryüzü kubbesini gök kubbeyle kucaklaştıran bu metaforik sahne mezarlıktaki beyaz sadelikle bir araya gelince Rabb'ine kanat açan şehidlerin aklığını çağrıştırıyor. Aliya'nın kabri önündeki hilalin berraklığında buluşan ölüm dikkati… Şehidlerin bedenleriyle gösterdikleri 'ölümde diriliş bilinci'nin somutlaştığı maddi simgeye dönüşüyor. Saraybosna sırtlarında yükselen bu mezarlık bir halkın yeniden dirilişinin sembolü değil de nedir? "Ölüp de ölmemeyi" yani gerçek anlamda dirilişin mesajını taşıyan şehidler somut anlamda da bir ulusun dirilişinin işaret taşları olarak duruyor. Ölürken uhrevi diriliğin muştusunu taşıyanlar ölümleriyle de hayata dair bir şeyler fısıldıyor, sessiz, vakur…

Aliya'nın gök kubbeyi yere konduran mezar kubbesi ona "babo" diyen Boşnaklara açılmış bir sıcak baba kucağı gibi duruyor.

Hafız'ın ve Aliya'nın kabrinden sonra can evimin, kabrinde beyazlar içindekini toprağa verdiğimde ölümü aynı duygularla karşılayabilecek miydim? Ölüm Hafız'ın kabrindeki gibi şiirsel olabilir miydi. Ya da Aliya'nın üstünü örten kubbeye benzer bir gök kubbe inşa edebilecek miydim üşüyen ruhumu ısıtmak için?

Beyazlar içinde toprağa bırakıp kafamı kaldırdığımda gök kubbeyi tutan beyazlar içinde bir sonsuzluk muştusu gibi duran Erciyes'i gördüm. Sinan'ın yeryüzüne oturttuğu kubbelere ilham veren Erciyes ak bir ölüm düşüncesi olmuştu adeta. Erciyes; ürperen, hüzne boğulan ruhumu ısıtan ötelerden ihtişamlı bir güzellikti gördüğüm…

Kaynak: Yeni Şafak Gazetesi