Derdim Müslümanlarla değil, İslam ile, diyor ısrarla, Hollanda’nın ırkçı siyasetçisi ve yeni Hollanda koalisyon hükümetinin dışarıdan destek veren partinin başkanı Geert Wilders.
Bu yöndeki görüşlerini bulabildiği her platformda tekrarlıyor. En son, bazı Türk gazetelerinde de yer bulan Der Spigel’deki röportajında tekrarladı bunu. Bu söylem, Batı’nın aslında Müslümanlardan mı yoksa bir din olarak İslam’ın kendisinden mi korktuğuna dair kadim bir tartışmanın da fitilini ateşliyor aslında.
Yakından bakıldığında Wilders’in bu tür bir ayırıma gitmesinin önemli bir sebebi var. Zira yaşadığı ülke olan Hollanda ve diğer pek çok Batı ülkesinde İslam ve İslam’ın kutsalları hakkında, aşırı söylemlerde bulunmak, suç teşkil etmiyor. Ancak benzer söylemler, Müslümanlar hakkında yapıldığında “incitici” ve “ayırımcı” kabul ediliyor ve duruma göre yasalar önünde suç teşkil edebiliyor. Ayrıca Müslümanların bunu mahkemeye taşıma olasılığı doğuyor. Tabiatıyla burada da alabildiğine bir çifte standarttan söz etmemiz gerekiyor. Bunun en son örneğini Wilders’in Amsterdam’da bir süreden bu yana devam eden mahkemesinde yaşadık. Orada Hollanda’nın en meşhur avukatı olan Bram Moskowitch, Wilders’in avukatı olarak ısrarla onun Müslümanları değil de İslam’ı hedef aldığını ve bunun da yasalar açısından suç teşkil etmediğini savundu. Bu konuda da İslam karşıtı görüş ve kitapları ile tanınan Hans Jansen gibi bazı oryantalistleri mahkemede şahit olarak dinletti.
Acaba gerçekten de öylemiydi? Irkçı ve saldırgan söylemlerle İslam’ı hedef almak, suç değil miydi?
Bu soruya, günümüz şartları içerisinde İslam bağlamında, ne yazık ki “evet suç değil” diye cevaplamak durumundayız. Bunun bir kaç nedeni var. Her şeyden önce İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta olduğu gibi kanunla ve yıllar içerisinde oluşmuş teamüllerle “korunmuş din” sınıfına girmiyor. Kaldı ki Wilders da ısrarla zaten İslam’ın bir din değil de “Batı için tehlikeli bir ideoloji” olduğunu ileri sürüyor. Üstelik bu söylemi de kamuoyunda taraftar buluyor. Diğer taraftan İslam ve dolayısıyla Müslümanlar, dinlerine yönelik saldırılar karşısında güçlü lobilere ve kurumlara sahip değiller. Bu durum, İslam karşıtlarını alabildiğine cesaretlendiriyor. Benzer söylem ve eylemler, Hıristiyanlık veya Yahudiliğe yöneltildiğinde, bu hem yasalar önünde suç teşkil ediyor, hem de bu dinlerin önde gelen kurum ve kuruluşları anında devreye girip müdahil olabiliyor.
İslamofobinin tarihi
Esasen Wilders’in bu son beyanları, kadim bir tartışmanın da fitilini ateşledi. Bu tartışma, Batı’nın aslında bir din olarak İslam’dan mı yoksa Müslümanlardan mı korktuğudur. Son yıllarda Batı medyasında yer alan bazı yorumlarda bu konu da sıkça irdelenmekte ve neticede genelde Batı’nın aslında İslam’a karşı olduğu sonucuna varılmaktadır. Zira İslam’ın yeni bir din olarak tarih sahnesine çıkmış olması, Hıristiyanlık için başlı başına bir “korku ve tehdit vesilesi” olmuş ve tarih içerisinde İslam’ı ve özellikle de Hz. Peygamber’i karalayıp kötü göstermek için ellerinden geleni ardlarına koymamışlardır. Öyle ki İslam’ın ortaya çıkışından yaklaşık iki üç yıllık dönemde İslam’ın hakim olduğu topraklarda yaşayan bazı Hıristiyan yazarların kaleme aldığı risale ve kitaplardaki İslam ve Hz. Peygamber imajı, bunun en önemli şahididir. Özellikle John Demscen, Tehdore Ebu Kurra, Abdülmesih el-Kindi, Peter de Venerable başta olmak üzere pek çok Hıristiyan din adamı ve yazarın kaleme aldığı eserler, bugün dahi Batı’da İslam ile alakalı tartışmalarda temel referans kaynaklarındandır. Yine Protestanlığın Luteryen ve Kalvinist kolunun kurucuları olan Martin Luther ve John Calvijn’ın yazdıkları ile hümanist anlayışın öncülerinden Desiderius Erasmus’un İslam, Kur’an ve Hz. Peygamber’e dair görüşlerinde de bezer bir bakış açısı mevcuttur.
Judeo-Hıristiyan medeniyet
Tarihteki bu bakış, yani esasen Batı ve Judeo-Hıristiyan medeniyet için esas tehdit ve tehlikenin Müslümanlar değil İslam’ın bizatihi kendisi olduğu anlayışı bugün de alabildiğine geçerli ve yaygın bir kanaattir. Yani bu anılmada aslında tarih tekerrür ediyor. Üstelik bu tekerrür, “Müslümanlar geri kalmış bir kültür ve medeniyetin mensuplarıdır” söylemini de garnitür olarak kullanıyor.
Yakin zamanlarda da Hollanda Hıristiyan Birlik Partisi’nin “Bilimsel Araştırmalar Merkezi” başkanı Gert Jan Segers’in de benzer açıklamaları gazetelerde yer aldı. Ona göre İslam henüz Hollanda’ya ait değildi ama Müslümanlar Batı’daki kanuni özgürlük alanlarından yararlanarak varlıklarını sürdürebilirler; haklarını elde edebilirler. Ancak ona göre İslam’ın Hollanda kültür ve medeniyetini etkilemesine ise müsaade edilemez. Yine ona göre Müslümanlar İslam’ın hangi değerlerinin Batı’ya uyacağına karar vermeleri gerekiyor. Burada da temel olarak İslam’ın şu anki temel referansları ile kaldığı sürece Batı’ya ait olamayacağı vurgulanıyor ancak bu dine inanan Müslümanların Hollanda ve Batı’daki dini özgürlüklerden yararlanabileceği ifade ediliyor.
Ancak son yıllardaki İslam’a ve Müslümanlara çifte standartlı tutum ve davranışlar göz önüne alındığında, esasen bu söylem de büyük bir aldatmacadan ibaret kalıyor. Müslümanlar genelde, eşit vatandaşlar olarak değil de bir öteki olarak entegrasyon politikaları bağlamında muamele görüyor.
Bütün bu söylenenlerin esasen İslam korkusu ile çok yakın irtibatı vardır. Bu korku aynı zamanda Batı’nın kimlik kodlarını oluşturan Hıristiyan kimliğindeki aşınma ile yakından ilgili. Bu kimlikte meydana gelen aşınmayı ortadan kaldırmak veya kimliği yeniden inşa etmek amacıyla da zaman zaman İslam korkusu alabildiğine pompalanabiliyor. Bu da genellikle “Hıristiyan kimliğinize sahip çıkmazsanız İslam ve Müslümanlar Avrupa’yı işgal edecek”, “Avrupa İslamlaşacak” gibi söylemler etrafında yapılıyor.
Bunun sonucu olarak, bir yandan da, İslam’ı yakından inceleme, tanıma eğilimleri de artıyor, İslam hakkında raporlar yayımlanıyor. Hollanda Protestan Kiliseler Birliği’nin (PKN), kendine bağlı kilise mensuplarının İslam ve Müslümanlara yönelik politikasının önümüzdeki senelerde nasıl olacağını belirlemek için hazırlattığı “İslam’a Dair Siyasetimiz” adlı raporda ve bu raporun tartışıldığı yıllık toplantıda, tam olarak bu yönde değerlendirmeler ortaya konuldu. İslam’ı bir “ideoloji” gibi gösteren raporda, İslam’a yönelik negatif ifadelerle korku pompalanıyordu. Ayrıca İslam’a karşı Hıristiyanların dini kimliklerine sahip çıkması gerektiği özellikle vurgulanıyordu.
Hıristiyanlık yok olacak korkusu
Meselenin özüne bakıldığında İslam’dan değil de aslında Müslümanlardan korkulması daha makul ve mantıklı değil midir? Çünkü İslam dini, Müslümanların yaptıkları işlerle somut hale geliyor ve tezahür ediyor. Batı medyasında sürekli terörle ve şiddetle gündeme getirilen olumsuz Müslüman imajı dikkate alındığında aslında bu korkunun dinin bizzat kendisinden değil de ona tabi olan, onu yanlış yorumlayan Müslümanlardan olması gerekmez mi? Hâlbuki gerçekte böyle olmuyor ve bizatihi bir din olarak İslam’ın kendisine, Kuran’a ve Hz. Peygamber’e yönelik korku pompalanıyor. Bu durum gösteriyor ki, Hıristiyanlık ve dolayısıyla Hıristiyan kültürünün hâkim olduğu Batı dünyası, İslam’ın güçlü bir teoloji ve dinamik bir ibadet hayatı ile ortaya çıkmasını hazmedemiyor ve onu tehdit olarak görüyor. Üstelik İslam, her türlü olumsuz imaja, sürekli pompalanan korkuya, karalamaya ve Müslümanların gösterdikleri eksikliklere rağmen sürekli yayılıyor. İslam’a girenlerin oranı gün be gün artıyor. Zira şurası bir gerçektir ki, bugün Batı’da din ile alakalı olumlu-olumsuz tartışmalar, genelde İslam etrafında şekilleniyor. Hıristiyanlık ise çoğu zaman “kilise kapanma” haberleri, “kiliselerin üye kaybı” haberleri, bazı Katolik din adamlarının merkezinde olduğu “pedofili skandalları”, “kiliselerde ayin yöneten ateist Hıristiyan din adamları” gibi konularla gündeme geliyor ve tartışılıyor.
Bütün bunların ardındaki temel etken, uluslararası kurum ve kuruluşlar ile ilgili sözleşmelerde, bir din olarak İslam’ın ve bu dine mensup kimseler olarak da Müslümanların sahipsiz kalmasıdır. Türkiye’nin öncülüğünde atılmış son yıllardaki adımlar ve iyileşmeler, bu anlamda son derece önem azrediyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve İspanya Başbakanı Zapetaro’nun öncülüğüyle başlatılmış ve hayli mesafe almış olan “Medeniyetler İttifakı” girişiminin estirdiği, İslam’a ve Müslümanlara sahip çıkma anlamındaki olumlu esintiyi de burada ayrıca zikretmemiz gerekiyor. Batı’daki İslam ve Müslümanlarla ilgili toplantılarda genelde bu girişime de atıfta bulunuluyor olması bile başlı başına bir başarıdır. Yine “Common Word=Ortak Kelime” adını taşıyan ve şu ana kadar dünya çapında pek çok Müslüman alim ve araştırmacının imzaladığı inisiyatif de, bu yöndeki olumlu esintide rol oynuyor ki, bu girişimlerin İslam’a ve Müslümanlara yönelik korkuyu azaltmadaki etkisi ayrı bir yazının konusu.
Öyle anlaşılıyor ve görülüyor ki, Batı İslam’dan ve dolayısıyla Müslümanlardan korkmaya devam edecek. Önemli olan bu korkunun Müslümanlar üzerindeki olumsuz yansımalarını minimuma indirmeye yol açacak, “Medeniyetler İttifakı” ve “Common Word” türü çalışmalara daha fazla öncülük etmek.
* Doç. Dr. ÖZCAN HIDIR; Rotterdam İslam Üniversitesi
[email protected]
Kaynak: Star