Hırvatistan’ın Ocak ayında yaptığı Avrupa Birliğine katılım oylamasının ardından (gerçi katılım oranı yüzde 44’lerde kalmıştı) Sırbistan da aday ülke olarak kabul edildi. AB aracılığıyla Kosova üzerinde uzlaşmaya razı olmasının ödülüydü bu; uluslararası ve bölgesel toplantılarda Kosova’ya tartışmalı statüsünden dolayı yıldız işareti konulacak bu yüzden.
Dolayısıyla da Kosova’yı karışık bir gelecek bekliyor hassaten de AB bu genç ülkeye Sırbistan’la anlaşmasından dolayı AB’ne katılım için sadece “fizibilite çalışması” sunduğu için. Fakat Yunanistan’la yaşadığı soruna bakınca, AB tüm Balkan ülkelerini niçin yutmalı diye daha büyük bir soru var. Konuyla ilgisi bakımından daha önemli olan bir diğer soru ise şu: Her hangi bir ülke ayaklarını sürüyerek yürüyen Avrupa projesine katılmayı niçin istesin?
Cevabı tam bir umutsuz vaka. AB halen çekici olduğunu ispatlamak istiyor; Balkan ülkeleri ise AB üyelerini kendilerinden daha zengin, daha istikrarlı buluyor, zenginlik ve istikrardan kendilerine de bir pay düşer diye ümit ediyorlar.
AB üyeliği merak edilen bir diğer aday İskoçya olacak. İskoçya’nın ilk başbakanı Alex Salmond, AB’ne katıldığında İskoçya’nın bağımsızlığı için referandum yapılacağını vaat etti. İskoçya bu plana göre sahiden bağımsız bir devlet değil de AB’nin küçük bir eyâleti olacağından dolayı bir çelişkidir bu. Salmond, bağımsız İskoçya’nın üyelik için AB’ne başvurmak zorunda olmayacağını zira İngiltere’nin bir parçası olarak zaten üyesi olduğunu farzediyor. Doğru, Salmond para birimi olarak Avro’yu değil (son zamanlara kadar karar bu yöndeydi) İngiliz Sterlinini kullanmak istediklerini söylüyor. Hangisini seçerse seçsin, bağımsız İskoçya’nın faiz oranlarını yabancı bir banka belirleyecek (ya Londra’daki Bank of England ya da Frankfurt’taki Avrupa Merkez Bankası) ve İskoçya neredeyse tüm siyasi kararlar için Brüksel’e bağımlı olacaktır (Almanya Adalet Bakanlığı verilerine göre ülke yasalarının yüzde 84’ü AB kaynaklı). AB’de çoğunluğun oylarına bakıldığından dolayı İskoçya’nın kaldıracağı birkaç elin hiçbir hükmü olmayacaktır. Evet, üyelik bir süre sonra İskoçyalılara gözleri kapalı halde sunulacaktır.
Yüzeysel bakınca, AB, 1957 Roma Anlaşmasından bu yana büyük ilerleme kaydetmiş görünüyor. Siyaset, Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosuyla ortak bir şekilde Brüksel’deki bürokratlar tarafından belirleniyor. AB kendi dış işleri bakanlığına bile sahip; kendi istihbaratını ve federal emniyet müdürlüğünü kurmak için de mücadele ediyor. Kendi birlik mücadeleleri hiçbir yere varmayan Arapları ve Afrikalıları etkilediğine şüphe yok.
Sorun şu ki AB bir bütün olarak tam bir demografik, ekonomik ve teknolojik çöküş yaşıyor ve büyük siyasi kararlar – ortak balıkçılık ve tarım politikaları, avro, para birliği – başarısızlığa uğradı. Dış ve güvenlik siyaseti bakımından ise tam bir uluslararası şaka. Savunmaya neredeyse tek kuruş harcamıyor; bu alanda başlıca katkıyı sunan İngiltere ve Fransa silahlı kuvvetlere yaptıkları harcamaları öylesine kestiler ki Libya savaşında “liderliği ele alan” Avrupa levazım ve ikmal için büsbütün ABD’ye bağımlıydı. AB “yumuşak gücüne” bel bağlıyor ama bu başka bir seçeneği olmadığından dolayıdır. Dış politikasının başındaki İngiliz Barones Catherine Ashton’un ismi dünyanın en yüksek ücretini alan kadın siyasetçi olarak anılsa da Ashton isimsiz/anonim olmaktan öteye geçmedi ve dünya olayları üzerinde hiçbir etkisi olmadı. Ashton’un mevki AB’de yanlış giden işlerin özetidir: Pahalı ve yararsız.
AB’nin esas problemi, Avrupa halklarının bu projeye inanmaması ve kendilerini onunla özdeşleştirmemeleridir. Eurobarometer’in 2010’da yaptığı bir kamuoyu yoklamasına göre AB üyeliğinin ülkeleri için “iyi bir şey” olduğuna Avrupalıların sadece yüzde 49’u inanıyor; AB kurumlarına inananların oranı ise yüzde 42. Bu arada, bu kurumlar, tıpkı AB’nin ethos/değer ve inanç sisteminde olduğu gibi anti-demokratiktir. Kilit kurumları – Avrupa Konseyi, Adalet Mahkemesi, Avrupa Komisyonu –atanmış, hesap vermeyen ve halktan uzak kurumlardır; komiserler, kendi ülkelerindeki siyasi kariyerleri başarısızlıkla noktalanan hükmü kalmamış kişilerdir. Aldıkları kararlar ulusal meclislerde değiştirilemez; Avrupa Konseyi’yle birlikte ortak karar mekanizmasında yer alan Avrupa Parlamentosu da uzaktadır. Parlamento - resmi muhalefeti olan bir yönetim kurumu değil de - tartışma topluluğu olarak meşhurdur ve partiler, seçim bildirgelerinde esaslı bir politika değişimi vaad edemezler. Doğrusu, Parlamento seçim sonuçlarının AB siyasetinin seyri üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Parlamento üyeleri tanınmamakta ve şişkin maaşlar, ikramiyeler, harcamalar ve emekli aylığı derdindeki fırsatçılar olarak nitelendirilmektedirler. AB Parlamentosu seçimlerine katılım düşük ve her geçen gün düşmekte; bu ise Avrupalıların, AB’nin onların çıkarlarını korumadığını veya temsil etmediğini düşündükleri gerçeğini yansıtmaktadır.
AB’de demokrasinin yerinde yeller estiğini gösteren en berbat örnek, küçük devletlerin referandumları tekrarlamalarıdır. Danimarka, Maastricht Anlaşmasını iki kez İrlanda ise Nice ve Lizbon Anlaşmalarını ikişer kez referanduma sunmak zorunda kaldı. Büyük devletler de böylesi dayılıklara maruz kalabiliyor.Fransa ve Hollanda 2005 yılında Avrupa Anayasasını reddettiklerinde Avrupalı liderler metnin yüzde 4’ü üzerinde oynamalar yapıp Lizbon Anlaşması adını verdiler ve Fransa ve Hollanda meclislerine dayattılar. Yunanistan Başbakanı George Papandreou kurtarma paketi için referandum önerdikten günler sonra onu görevinden uzaklaştıracak manevralar yapıldı. Avrupa Birliği İngilizlerin hoşgörülü şu sözüne inanmaz: “Roma’da Romalılar gibi davran.” Bunun yerine Roma’da Alman gibi davranır. Brüksel ve Berlin’in manzarası George Orwell’in Hayvan Çiftliği’ndeki Napolyon manzarasından farksızdır: “Kararlarınızı kendinizin alması onu sadece mutlu eder. Fakat bazen yanlış kararlar alabilirsiniz yoldaşlar ve o vakit biz nerede olmalıyız?”
Bir AB ülkesi, Brüksel’in önayak olduğu politikalar için referandum çağrısı yaptığında Alman politikacıların ve Alman medyasının sürekli olarak sergiledikleri hışım, resmi Alman tutumunu özetler. İrlanda, Şubat ayında Avrupa Birliği’nin yeni mâli anlaşmasını oylamaya sunacağını duyurduğunda Der Spiegel “yine İrlanda” diye hayret ediyordu; Süddeutsche Zeitung ise İrlanda mâli anlaşmanın kendi ulusal çıkarına olduğunu anlamadığı takdirde Almanya’nın onlara yardım etmeyeceğini ilan etti. Alman siyaset bilimci Herfried Münkler’in geçen yaz Der Spiegel’de yayınlanan bir makalesi Almanya seçkinlerinin tutumunu çok iyi yansıtmaktadır. Münkler, Demokratization Can’t Save Europe: The Need for a Centralization of Power başlıklı makalesinde Avrupa’da seçimlere ve referanduma güvenilemeyeceğini zira Avrupa nüfusunun geçmişte bir Avrupa halkı olmadığını ve halen de olmadıklarını savunmuştur. Avrupa Birliği seçkinleri iyileşmeye ihtiyaç duyuyor ve güç, çevrenin elinden alınmalı diyor. Önde gelen bir Amerikan dergisinin Amerikan seçkinleri ve bazı eyaletlerdeki seçmenler hakkında böyle bir şey yayınladığını hayal edebiliyor musunuz?
Avrupa’da olan işte tam da bu. Güç, merkezileşen seçkinler tarafından çevrenin elinden alınıyor. Fakat bu seçkinler başarısız. AB’nin kilit politikaları – para birliği – bir felâket. Basit gerçek şu ki demokratik kurumların verdiği meşruiyetle zengin ve fakir bölgeler arasında para transferinin olduğu siyasi ve mâli birlik olmaksızın, başarılı bir para birliği kuramazsınız. (Orantısız ekonomilerin oluşturduğu, üyelerin faiz ve döviz kurunu belirleyemediği bir para birliğinde, zayıf ekonomilerin güçlü ekonomilerle rekabet araçları yoktur şayet güçlü ekonomilerin zayıflar borca battığında onları kurtaracağına dair üyeler arasında demokratik mutabakattan neşet eden hukuki bir düzenleme yoksa.)
Avrupa Birliği’nde ise siyasi ve mâli birlik için veya para transferleri için hiç istek yok bilhassa da Almanya’da. Dolayısıyla Avrupa bölgesinde kuzey ve güney arasındaki verimlilik uçurumuna getirilecek tek çözüm, bir dizi iflastan sonra Avrupa parçalanmak istenmiyorsa, güneydeki devletlerin azla yetinerek kendilerini Çinli köylülerin düzeyine kadar indirmeleridir. Böylelikle Almanya’yla rekabet edebilirler (Dünya Ekonomi Forumuna göre Almanya rekabetçi ülkeler sıralamasında altıncı; Yunanistan ise 90’ncı). Örneğin Yunanistan’ın GSMH’ı bu yılın sonuna kadar yüzde 25’lik bir düşüş yaşayacak. 5 milyonluk işgücü içerisinde 1 milyondan fazla Yunanlı işsiz; intihar ve cinayet sayıları artıyor; kırsal bölgelerde takas yaygınlaşıyor ve aşırı sağ-sol siyasi partilere destek çoğalıyor.
Şaşırtıcı değildir, bazıları Almanları Avrupa’ya hâkim olmaya çalışmakla suçluyorlar çünkü Almanlar Yunanlıların dürüst olmadıklarını, ekonomilerini yürütme becerilerinden şüphe ettiklerini söyleyip ülkeyi bir Avrupa komiserinin yönetmesini, meclis seçimlerinin ertelenmesini teklif ettiler ve Yunanistan’a her hangi bir harcama yapılmadan önce Frankfurt’a olan borçların ödenmesi için ayrı bir ulusal hesap açılmasını talep ettiler. Dalaşma muhtemelen Yunanistan’ın avro’dan çıkmasıyla sona erecek ki Almanlar bunu tercih edeceklerdir.
Bu arada, benzer sorunlar İrlanda, Portekiz ve İspanya’da da baş gösterdi. Avrupa Merkez Bankasının İtalyan başkanı Mario Draghi’nin yeni politikaları sayesinde geçici olarak yatışacaktır bunlar; Draghi’nin uzun vadeli finansman operasyonu Avrupa bankaları iflas eşiğindeki devletlerin bonolarını satın alsınlar diye onlara 1 trilyon avro verdi. Berlin ve Brüksel ise başka bir yönde ilerliyor ve tüm umutları 27 üyeden 25’nin imzaladığı, üyeleri bütçelerini Brüksel’in onayına sunmaya icbar eden yeni mâli düzenlemeye yatırıyorlar. Sorun şu ki bu düzenleme onaylanmak durumunda. Demokrasi bir kez daha iğrenç kafasını uzatıyor. Fransa’da yaklaşan seçimlerin muhtemel galibi François Hollande anlaşmayı yırtıp atma sözü verdi. İrlanda, referandumda “hayır” diyebilir. Yunanistan veya İtalya’yı bir yıl zarfında kimin yönetmeye başlayacağını kimse bilmiyor. İspanya, AB’nin hazırlayıp önüne koyduğu bütçe açığını azaltma hedefini tektaraflı olarak reddetti. Almanya’da dahi Şansölye Merkel mâli anlaşmayı onaylamak için meclisin her iki kanadının üçte ikilik çoğunluğuna yani taviz talep edecek olan muhalefet partilerinin desteğine ihtiyaç duyacak. Olayların seyri mâli düzenleme inisiyatifini zorda bırakabilir.
Sırbistan’ın aday olduğu Avrupa Birliği bu. Sırbistan’a şans dileriz.
Kaynak: Foreign Policy
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı