27 Nisan günü, İsrail ile Avrupa Birliği (AB) arasındaki yakınlaşmanın, 27 üye devletin, barış sürecinde atılım ve yeni İsrail hükümetinden bir Filistin devletinin oluşturulması yararına girişimde bulunması talebi gibi İsrail devletiyle ilişkilerin güçlendirilmesi için birçok önşart koymasıyla, dondurulmuş olduğunu öğrendik.
Avrupa diplomasisinin yetkili kişisi olan Javier Solana, getirilen bu önşartların yanı sıra, AB'nin, İsrail'in Yahudi yerleşimleri oluşturmaya son vermesini ve bölgenin yeniden inşasına olanak sağlamak için Gazze Şeridi'nde sınırların açılmasını talep ettiğini de bildirdi. Özellikle 2008 Aralık ayı başında Avrupa Dışişleri Bakanları Konseyi'nin, İsrail'le olan ilişkilerin düzeyini, işgal altındaki Filistin topraklarında yerleşim süreci sürerken ve İsrail hükümeti Filistinlilerle gerçek anlamda görüşmelerin yapılmasını sabote ederken, kendi kullandıkları tabirle "yükseltilmesini" kabul ettiğini anımsayacak olursak öncelikle bu kararların alınmış olmasına sevinmemiz gerekiyor. Şüphesiz o dönemde alınan söz konusu Avrupa kararı, İsrail yetkilileri tarafından, uzun zamandan beri hazırlıklarını yaptıkları ve 27 Aralık'ta da başlattıkları, Gazze saldırısı hazırlıklarını kolaylaştıran bir karar olarak algılanmıştı.
Gazze'deki 22 gün süren saldırının ardından, İsrail'de erkene alınmış seçimlerin sonucu ülkeyi siyasi yelpazenin aşırı sağında yer alan bir koalisyon hükümetinin kurulmasına yöneltti. Bazı Avrupalılar İsrail hükümeti üzerinde bir çeşit baskı yapmak istediklerini ve böylece oluşan statükonun, bir diyalog ve adına yakışır bir görüşme sürecinin durdurulmasını engelleyebileceklerini umduklarını ifade ediyorlar. Ancak, varsayalım ki Benyamin Netanyahu hükümeti, halefi Ehud Olmert'in politikasına ve onun diyalog beyanlarına geri dönmek istediğini açıklamış olsun, bu durum Filistinliler açısından bir değişiklik getirecek mi? Kesinlikle hayır. Ancak bu takdirde Avrupalılar İsrail ile ilişkilerine yeni bir atılım getirmek ve bu ilişkileri güçlendirmek için ellerine bir bahane geçirmiş olacaklar. Bu örnekle, Avrupalıların İsrail-Filistin çatışması karşısındaki muğlaklıklarını ve ikiyüzlülüklerini gözlemleyebiliyoruz.
Öte yandan AB üye ülkeleri arasındaki ayrışma da önemlidir: İsrail ile ilişkilerin "ancak İsrail-Filistin çatışması ışığında değerlendirebileceğini" kabul eden Avrupa Dış İlişkiler Komiseri Benita Ferrero-Waldner'in, çok haklı olarak, AB'nin İsrail ile ilişkilerini derinleştirmesinin, İsrail hükümeti bir Filistin devletinin kurulması perspektifini kabul edene kadar, tahayyül edilemeyeceğini dile getiren açıklamasını ele almak kâfi olacaktır. Ancak, en aşırı İsrail tezlerinin kayıtsız şartsız savunucusu olarak bilinen, istifa etmiş olan Çek Cumhuriyeti Başbakanı Mirek Topolanek, "barış sürecinin AB ile İsrail arasındaki ilişkilere bağlanmaması gerektiği" değerlendirmesini yaparak, kendi adına Benita Ferrero-Waldner'in beyanlarının en azından vakitsiz olduğunu ve ancak "herhangi bir komiserin açıklamalarının taşıdığı kadar değer taşıdığını" söyledi. Yapılan açıklamalar Avrupa yürütme erkinin iki başı olan Komisyon ile AB Dönem Başkanlığı arasındaki gerçek anlaşmazlıkları ve gelecekte söz konusu olan iki gücün bir konu hakkında açıklama yapmadan önce birbirlerine danışmalarının gerekli olduğunu ifade ediyordu.
Bu karşıt beyanlar, Avrupalılar arasında göz ardı edilmemesi doğru olacak farklı bakış açılarının ifadesidir. Ancak hiç kimsenin İsrail karşısında yürütülen politikadan gerçek anlamda bir kopuş oluşturacak bir teklifte bulunmadığını da ayrıca görmek lazım. Mesela, eşzamanlı olarak hiçbir yaptırım uygulanmazken, işgal altındaki Filistin topraklarında Yahudi yerleşimlerinin bazı Avrupalı yetkililer tarafından sürekli olarak mahkûm edilmesinin bir değeri var mı? Eğer Avrupa Birliği, İsrail-Filistin çatışmasının sona erdirilmesi perspektifinde gerçek bir saygınlığa sahip olmak istiyorsa en azından imzaladığı metinleri ve antlaşmaları yürürlüğe koymaya hazır olduğunu kanıtlamalıdır.
Eğer konuyu genişletirsek, bu yöntem saptamasının doğrudan doğruya İsrail-Filistin çatışmasının çözülmesi için de geçerli olduğunu da göreceğiz. Bu çatışma örneğindeki paradoks, aslında bu çatışma konusundaki çözümler, Yahudi yerleşimlerinin durdurulması ve Filistinlilerden gasp edilmiş olan toprakların kendilerine geri verilmesi, 1967 sınırlarına dönülmesi, başkenti Doğu Kudüs olan yaşayabilir bir bağımsız Filistin devletinin kurulması, göçmenlere geri dönüş hakkı, BM'nin birçok kararında tanınmış ve düzenlenmiş olduğu halde çatışmanın ağırlaşması ve uzayıp gitmesidir.
Avrupalılara gelirsek, Avrupalılar da kendi ilkelerini uyguladıklarında tartışmasız bir şekilde büyüyecekler. Böylece sözlerini dinletme gücü ve saygı kazanacaklardır. Bu durum bir kez daha AB nihayet ortak bir dış politika ve ortak güvenlik politikasıyla donanmış olup olmadığı sorusunu önümüze koymaktadır. Gelecek yılların uluslararası ilişkiler alanındaki en temel konulardan biri de bu konu olacaktır.
* ULUSLARARASI VE STRATEJİK İLİŞKİLER ENSTİTÜSÜ-PARİS, MÜDÜR YARDIMCISI
Kaynak: Zaman